AHMED AZİZ - SESSİZ SALGIN: AHLAKİ YIKIMIN ANATOMİSİ - 05 Ağustos 2025 Salı

AHMED AZİZ - SESSİZ SALGIN: AHLAKİ YIKIMIN ANATOMİSİ - 05 Ağustos 2025 Salı

AHMED AZİZ - SESSİZ SALGIN: AHLAKİ YIKIMIN ANATOMİSİ - 05 Ağustos 2025 Salı


Salgın bir sabah ansızın başlamadı. Onun ayak sesleri, çok önceden duyulmuştu aslında; ama biz duymamayı seçtik. Teknolojik zaferlerle sarhoş olmuşken, insanlığımızın çürüyen temellerini görmek istemedik. Gözlerimizi büyüleyen dijital ışıklar, içimizdeki karanlığı örttü. Ta ki görünmeyen bir virüs, görünür bütün maskeleri birer birer düşürünceye dek.

Pandemi, sadece sağlık sistemini değil; değerleri, vicdanı, sevgiyi, dayanışmayı ve en çok da ahlakı test etti. Ve ne acıdır ki biz, bu testte büyük ölçüde sınıfta kaldık. Herkesin “herkes için” yaşadığı bir toplumsal hayal, herkesin yalnızca kendisi için yaşadığı bir bireyler yığınına dönüştü.

Bu yazı, salgının hemen ardından değil; onun artçı sarsıntıları içinde yazılıyor. Çünkü bu çöküş, yalnızca virüsün değil; çağımızın, sistemimizin, bireysel benliğimizin çöküşüdür. Bazen bir sessizlik kadar derin, bazen bir dijital bildirim sesi kadar sığ olan bu çöküşü anlamaya çalışacağız.

Pandemiyle birlikte insanlar evlerine çekildiğinde, aslında çoğumuz zaten içerideydik. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir içe kapanışın içindeydik. Mahremiyetin, sadeliğin, dostluğun, gerçekliğin anlamını çoktan unutmuştuk. Sosyal medya platformlarında hayatlarımızı teşhir etmeye, görünür oldukça var olmaya inanmıştık. “Ben” her yerdeydi, ama içi giderek boşalan bir “ben”di bu.

Modern insan, uzun süredir “özgürlük” sloganıyla yalnızlaşmaktaydı. Pandemi, bu yalnızlaşmayı hızlandırdı. Herkes kendi derdine, kendi sağlığına, kendi konforuna çekildi. Yardım etmek, dayanışmak, fedakârlık gibi kavramlar; yerini “uzak durmak”, “temas etmemek”, “risk almamak” gibi kavramlara bıraktı. Bencillik, ilk kez bu kadar meşrulaştı.

Toplum, birlikte yaşamanın sorumluluğunu yitirdi. İnsanlar kendini kurtarmaya odaklandı. Modern birey artık hem hâkim hem mahkûm, hem doktor hem hasta, hem yargıç hem sanık oldu. Ahlaki ölçü, kişinin kendi keyfine, konforuna ve anlık çıkarına indirgenmişti. Ortak iyilik, ortak değer, ortak ahlak; bunlar artık nostaljik kelimelere dönüştü.

İnsan, başkasına ihtiyaç duymadan mutlu olabileceğine inandırıldı. Ama bu inanç, en büyük yanılgıydı. Çünkü insan, insanla tamam olur. Başkası yoksa ahlak da yoktur. Başkasının acısı, yok sayıldığında insanlık da yok olur.

İnsanlar topluluklardan çekildiler, cemaatlerden, derneklerden, sokaklardan, çarşılardan... Kalabalıklar içinde yalnızlık büyüyordu. Modern birey “birlikte olamayan” bir varlığa dönüşüyordu. Pandemi, bu yalnızlığı daha da keskinleştirdi. Artık insan yalnız kalmak zorunda kaldı ve ilk kez kendi sesini duymaya başladı. Ama o seste yankılanan şey, çoğu zaman boşluktu.

Salgın sürecinde sosyal medya kullanımı rekor düzeyde arttı. Evde kalan insanlar, dış dünya ile bağlarını ekranlar aracılığıyla sürdürmeye çalıştı. Ancak bu bağ, yüzeysel bir bağdı. Görsel, hızlı, tepkisel ve çoğu zaman sahteydi.

Twitter'da bir gündem akıyor, Instagram'da bir kahve fincanı filtreleniyor, TikTok’ta bir dansla acılar unutturulmaya çalışılıyor… Fakat gerçek hayatın sancıları, sosyal medyanın algoritmalarına sığmıyor. Gerçek insanlar, gerçek acılar, gerçek fedakârlıklar bu platformların görsel ekonomisine uygun değil. Görülmeyen, anılmayan, beğenilmeyen hiçbir şeyin anlamı kalmadı.

Artık insanların iyilik yapma biçimi bile değişti. Yardım etmek, görünür olmak için bir araç haline geldi. Paylaşılan her yardım, her iftar kolisi, her “duyarlılık” paylaşımı, bir performansa dönüştü. Ahlak, etik, fazilet; algoritmanın gölgesinde kaldı. Sosyal medya, toplumu değil, egoyu büyütüyordu.

Salgınla birlikte kendi içine kapanan insan, bu kez dijital evrende görünürlük mücadelesine girişti. Herkesin bir yayıncı, bir kanaat önderi, bir uzman olduğu bir çağda; hakikat parçalanıyor, bilgelik zayıflıyor, tevazu alay konusu oluyordu.

Bu dijital benlik, yalnızca görünmekle değil; sürekli görünmekle varlığını sürdürebiliyor. Gününü paylaşmayan, kendini göstermeyen, “hikâye” atmayan insan artık neredeyse yok hükmünde. Bu hal, en temelde ahlaki bir mesele. Çünkü bu yeni benlik tipi, başkasını tanımak, anlamak, dinlemek değil; yalnızca görünmek, onaylanmak ve alkışlanmak istiyor.

Ve insan, sadece alkışlandığında iyi olabiliyorsa, artık erdemli olmaktan değil, popüler olmaktan söz edebiliriz. Ahlak, dijital takdirin çarklarına sıkıştığında, içten gelen bir sorumluluk değil, dıştan dayatılan bir şova dönüşür.

Pandemi süresince “evde kal” çağrısı, birçok kişi için “kendinle yüzleş” çağrısıydı. Ama aynı zamanda ev içindeki ilişkilerin de sınandığı bir dönemdi. Aile üyeleri birbirine daha çok zaman ayırmak zorunda kaldı, fakat bu zorunlu birliktelik çoğu zaman huzur değil, gerilim getirdi.

Çocuklar evde eğitim aldı, anne-babalar evden çalıştı, herkes aynı mekânda ama başka ekranlara bağlı yaşadı. Bu bölünmüşlük, fiziksel yakınlığı psikolojik uzaklığa dönüştürdü. Aile üyeleri birbirinin gözüne değil, telefonuna, ekranına bakarak iletişim kurdu. Evler, ortak yaşam alanları olmaktan çıkıp, çoklu dijital istasyonlara dönüştü.

Aile içinde artan şiddet, iletişim kopukluğu, empati eksikliği; ahlaki çözülmenin mikro düzeydeki yansımalarıydı. Çünkü ahlak, yalnızca toplumla değil, en temelde aileyle inşa edilir. Aile içindeki sevgi, şefkat, saygı gibi erdemler, toplumun da taşıyıcı kolonlarını oluşturur. Bu kolonlar sarsıldığında, tüm yapı kırılır.

Pandemide bir şey daha oldu: Komşuluk öldü. Kapı önleri sessizleşti. Eskiden hasta haberini alan komşular çorba kaynatırdı, şimdi test sonucu pozitif çıkan biri duyulduğunda göz göze gelinmemeye çalışılıyor. Toplum, birbirine dokunmaktan değil, birbirine bulaşmaktan korkar oldu.

Bu, yalnızca fiziksel bir çekiliş değil, ahlaki bir çekilişti. Yardım etmek yerine “teması azaltmak”, dayanışmak yerine “izole olmak” makbul sayıldı. Elbette sağlık açısından anlaşılır olan bu pratikler, zamanla yeni bir norm halini aldı ve toplumsal vicdanı zayıflattı. Artık herkes “sadece kendini koruma” derdindeydi.

Böylece “biz” dili giderek “ben”e dönüştü. İnsan, başkasının acısına karşı duyarsızlaştı. Cenazeler sessizleşti, yaslar bireyselleşti. “Birlikte ağlama” kültürü, yerini dijital taziye mesajlarına bıraktı.

Kur’an’da geçen, “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun…” (Âl-i İmrân, 104) ayeti, bu dönemde sessizliğe büründü. Çünkü bu çağrıyı yapacak topluluklar dijital platformlara sıkıştı. Ama sosyal medya, hakikati dillendirmek için değil, trend olmak için vardı.

Ahlak, sadece bireysel kurtuluşla değil, toplumsal sorumlulukla birlikte düşünülmeli. Salgınla birlikte bu sorumluluk zayıfladı. İnsanlar dua etti ama başkası için değil; sadece kendi sağlıkları, kendi aileleri, kendi korkuları için.

Bir süre sonra ölüm haberleri sıradanlaştı. Cenazeler sayıdan ibaret oldu. Bir ekranın köşesinde geçen bir “son dakika” başlığına dönüştü ölüm. Ne yas tutulabildi, ne vedalaşmalar yapılabildi. İnsanlar acının gerçekliğinden uzaklaştı. Bu da doğal olarak empatiyi köreltti.

Artık başkası bir hikâyeydi sadece. Yoksulluk, bir belgesel sahnesi. Açlık, bir yardım kampanyası. Savaş, uzak bir coğrafyanın kabusu. Acının gerçekliği, biz onu sosyal medyada “beğenip geçtikten” sonra anlamını yitiriyordu. Duyarsızlık, bir savunma mekanizması olmaktan çıkıp bir ahlak biçimine dönüştü. Ve bu, insanlık için en tehlikeli eşiğe sürüklenişti.

Pandemi, psikolojik yıkımı da beraberinde getirdi. Ancak bu yıkım çoğu zaman rakamlarla ifade edilemedi. Bir ülkenin ekonomisi çöktüğünde bu haberdir. Ama bir insanın iç dünyası çöktüğünde bunu kimse duymaz. Oysa asıl yıkım, tam da burada yaşandı.

İnsanlar neye tutunacağını bilemedi. Ne bir ritüel kaldı ellerinde, ne bir umut. Günler birbirine benzedi. Zaman kavramı, mekân algısı, amaç ve yön kayboldu. İnsanlar sadece yaşadıkları için değil, neden yaşadıklarını unuttukları için yoruldular. Bu yorgunluk, fiziksel değil; ruhsal bir çöküşün işaretiydi.

Ahlaki sorumluluk da bu yorgunlukla birlikte silindi. İnsan, kendi ayakta kalmak için başkasını görmezden gelmeye başladı. Çünkü her empati yeni bir ağırlık demekti. Ve insanlar, zaten taşımakta zorlandıkları kendi yüklerine başkasının yükünü de eklemeye cesaret edemediler. Böylece sessizce, içimize çekildik ve orada yavaş yavaş dağıldık.

Bütün bu çözülmeye rağmen sorulması gereken asıl soru şudur: Ahlaki yeniden inşa mümkün mü? Pandeminin ardından bir silkiniş, bir toparlanma, bir diriliş olabilir mi?

Evet, olabilir. Ama bu, kendiliğinden olmayacak. Bunun için bilinçli bir çaba, ahlaki bir irade, samimi bir yöneliş gerekir. Yani “görünmek” yerine “olmak”, “beğenilmek” yerine “faydalı olmak”, “popüler olmak” yerine “erdemli olmak” tercih edilmelidir. Bu da ancak içe dönüşle, tefekkürle ve vicdanla mümkündür.

Pandemi bize çok şey öğretti, ama en çok da unutmayı öğretti. Unutmayı, yok saymayı, göz kapamayı… Fakat insan sadece unutan değil, hatırlayan da bir varlıktır. Ve belki de şimdi, bu çöküşün ortasında hatırlamaya en çok ihtiyacımız olan şey; insan olmanın ne anlama geldiğidir.

İnsan olmak, sadece yaşamak değil; başkası için yaşamaktır. Bu “başkası”, bazen bir komşu, bazen bir çocuk, bazen de hiç tanımadığımız bir yoksuldur. İnsan olmak, sessizce iyilik yapmaktır. Gösterişsizce paylaşmak, riyasızca sevmek, karşılıksızca merhamet etmektir.

Eğer bu ahlakı yeniden kuramazsak, çöküş devam edecek. Çünkü asıl salgın, virüs değil; sevgisizlik, ilgisizlik ve vicdansızlıktır.

Bugün, pandeminin arkasında bıraktığı ahlaki enkazın üzerine sadece ekonomik reçetelerle çıkamayız. İnsan, yalnızca karın tokluğuyla değil, anlamla ve erdemle yaşar. Biz bu anlamı yeniden kurmadıkça, iyileşmiş sayılmayacağız.

Bugün Filistin’de yaşananlar, pandemiyle birlikte yerleşen bireyselciliğin ve duyarsızlaşmanın en yakıcı ve en çarpıcı tezahürüdür. Salgın günlerinde içimize kapanmayı öğrenen insanlık, şimdi başkasının acısına da gözlerini kapatmayı öğrenmiş görünüyor. O günlerde “temas etme” kaygısıyla başlayan geri çekiliş, bugün zulme temas etmekten kaçınan bir sessizliğe dönüştü. Filistin’de çocuklar katledilirken, evler yerle bir edilirken, insanlar açlıkla sınanırken dünya, ekranlarında yeni bir içerik aramakla meşgul. Acı, artık birkaç saniyelik bir video; birkaç emojiyle geçiştirilen bir “duyarlılık” gösterisi; birkaç paylaşım sonra unutulan bir hikâye. Oysa Filistin, bir coğrafyadan ibaret değil; insanlığın vicdan haritasıdır. Orada yaşananlar, yalnızca siyasi değil, ahlaki bir imtihandır.

Pandemiyle birlikte normalleşen “uzaktan izleme” alışkanlığı, şimdi gerçek dramlar karşısında da devam ediyor. Filistinli bir annenin gözyaşı, sosyal medyada sessize alınmış bir hikâyeye dönüşürken; enkaz altındaki bir çocuğun feryadı, algoritmaların görünürlük kriterlerine takılarak unutuluyor. Bu çağ, acıya dokunmadan duyarlı görünmenin yollarını öğretti bize. Fakat hakiki duyarlılık, dokunmadan olmaz. Görmeden, dinlemeden, hissetmeden bir vicdan kurulamaz. Pandemi, bu hakikati unutturdu bize. Başkasının acısını görmek, artık lüks sayılıyor; çünkü her empati, bir ağırlık demek. İnsanlar, zaten kendi yükleriyle baş edemezken, başkasının yükünü taşımak istemiyor.

Filistin’in maruz kaldığı zulüm, sadece bombaların değil, bu küresel duyarsızlığın da bir sonucudur. Sessizlik, zalimin en güçlü müttefikidir. Bugün sustuklarımız, yarın kaybettiğimiz insanlığın kanıtı olacak. Ve eğer bir gün geriye dönüp “Biz o gün neredeydik?” diye sorulacaksa, cevabımız ekran başında kayıtsızca izlemek olmamalı. Çünkü Filistin, bize yalnızca siyasi değil, ahlaki bir soru soruyor: Başkasının acısını ne zaman kendi acımız gibi hissedeceğiz?

İbn Haldun'un dediği gibi, “Toplumlar da insanlar gibi doğar, büyür, çöker.” Biz hangi evredeyiz bilmiyorum, ama eğer hâlâ sorular sorabiliyorsak, hâlâ bir yolumuz var demektir. Yeter ki birbirimize, hakikate ve kalbimize kulak vermekten vazgeçmeyelim.

 
  •  

Kaynak: Sessiz salgın: Ahlaki yıkımın anatomisi - CUNDULLAH AVCI