Kendini İslam’a nispet eden kitleler ümmet adına abartılı hamâsi yaklaşımlardan, çözülmüş ve demoralize olmuş kötümser yaklaşımlara kadar çok taraflı telkinlere muhatap oluyor. Bizlere Kitab-ı Kerim’deki kıssalar, geleceğe tutarlı adımlarla yürümek için aslında toplum ve tarih analizleriyle ilgili eşyanın ve fıtratın tabiatına uygun bir çok kriter gösteriyor.
Bizler, son üç asırdır Osmanlı topraklarında da, bütün ümmet coğrafyasında da Avrupalılarla yapılan 1699 Karlofça Antlaşması’yla Rumeli’nin önemli kısmını kaybetmişiz. Mısır, 1798’de Napolyon tarafından, 1830’da Cezayir Fransızlar, 1882’de yine Mısır İngilizler tarafından işgal edilmiş.
Britanya Hindistan’ı -ki nüfusunun yarıya yakını Müslümanlardan oluşuyordu- 1858'den 1947'ye kadar Birleşik Krallık'ın Hindistan kolonisidir; yani İngiliz sömürgesidir. Burada da diğer bölgelerimizde de kısmi direnişler olmuştur. Ancak I. Dünya Savaşı’nda ise baştan sona kuşatılan veya işgal edilen bütün coğrafyamızda Müslümanlar yetkilerini, yetkinliklerini kaybetmiş ve cahili ulus devletlere bölünmüşlerdir.
Bizler,19 ve 20. yüzyılların başınsa topyekûn küffarın işgal, sömürü, sürgün ve katliam politikalarıyla karşı karşıya gelmişiz. Tüm yaşanan bu cürümler şimdi toplanmış, topyekün Gazzelilerin başına, çıplak arazideki çadırlarının üzerine Ateş olarak yağıyor.
Bizler, 1921’de Kahire’de Churchill Başkanlığında yapılan haritalandırma toplantısında, topraklarımız zorla veya zihinsel kölelikler sonucu ulus sınırlara bölünmüş olan İslam ümmeti ailesinin çocuklarıyız. Beşeri gücümüzü kaybetmişiz. Allah ve Resulünün gösterdiği yoldan uzaklaşıp birbirimizle nizalaşmaya başlamış ve sonra da korkuya kapılmışız. Tabii olarak gücümüz, rüzgârımız kesilmiş (8/46). Allah’tan elimizde tuttuğumuz Rabbimizin ilahi ve korunmuş Kitabı var ve Resulullah’ın zamanı aşkın mütevatir örnek uygulamaları var.
Kitap ve Sünnet temelli veya sünnetullah eksenli toplumsal bir okuma yapacak olursak mağlubiyetlerimizin iç nedenleri en başta “Kur’anî mesajın talimi, hakka şahidlik ve adalet, şura ve takva” gibi vahyin emrettiği ilkelerden ve salih amellerden uzaklaşmamızda, onları öncelik sırasından aşağılara kaydırmamızda aranmalıdır. Son dönem Müslüman öncülerimizin de belirttiği gibi kabahat, kâinatın ve hayatın yaratıcısı Allah-u Teala’nın bildirdiği vahyi ölçülerde yani İslam’da değil; modernite sonrası hakikat algısı itibariyle nükseden çok kültürlülüğün kafa karışıklığı içinde Allah’ın yap dediğini yapmayan Müslümanlardadır. Bakara sûresinde deniliyor ya “(İsrailoğulları gibi) Ey bilginler, kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (2/44)
Problem, büyük ölçüde “sabikun”dan olma ceht ve ibadetinde, kendi nefsine zulmetme (zalimun) veya ortalama bir yol tutma (muktesidun) halini aşamamaktan kaynaklanmaktadır.
Rabbimiz hepimizi ıslah edicilerden, hayırlarda öne geçenlerden, hakkın ve adaletin tanıklığını yapan şühedadan eylesin.
Toplum ve tarih analizi için Enfal sûresinde uyarıcı bir hitapla karşılaşıyoruz: “Bu böyledir: Bir kavim, kendi nefislerinde bulunan güzel meziyetleri değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimetleri değiştirmez. Hiç şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten ve kemâliyle bilendir.”(8/53)
Toplumlar/kavimler kendilerine bağışlanan ekinler, refah, sağlık, güç, zenginlik ve rahatı şükürle karşıladıkları, bu imkânları yerli yerinde kullandıkları, adaleti ve hakkı tesis ettikleri sürece Allah-u Teala onlara verdiği nimeti geri almaz.
Biz kullar, hepimiz bu dünyaya hak ile batıl arasında seçim yapmak, bu konuda sınanmak için yaratıldığımızın bilinci içinde olabilmeliyiz. Gaybın mutlak sahibinin Zariyat sûresinde hayatımızın amacını bildirmektedir:
“Ben, cinni ve insi / insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım.” (51/56) Dolayısıyla hak ile batılı seçme yetkinliği ile yaratılan insan, rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak, iradesi olmayan çer-çöp değildir. İnsan iradesini yok sayan cebriyye telakkisinin kaderciliğinden uzak durmalıyız. İnsanoğlunu şeytan yoldan çıkartmaya çalışsa da; toplumsal ve tarihsel dayatmalar veya Allah sözü ile insanları aldatmaya çalışan dış faktörler olsa da; kadın veya erkeklerden oluşan insanoğlu, vahyin aydınlığının elini tuttuğu müddetçe kendi yolunu kendi belirleyecek yetkinliktedir. Kendi tercihlerinden ve kendi yaptıklarından sorumludur. Haşr günü buna göre imtihan olacaktır. Tarihi yasaların olumlu veya olumsuz olarak gerçekleşmesi insanoğlunun yaptıklarıyla, iradesiyle ve niyetiyle doğrudan irtibatlıdır. Bu yüzden de Musa(s)’ın denizden muciz şekilde geçirip Firavun’dan kurtardığı kavmi, kendisi Tur dağına çıktığında yine bir putu aracı edinmesini, buzağı heykeli yapıp cahili adetlere geri döndüğünü görünce Âraf sûresinde belirtildiği üzere yakarışta bulunur: “Ey Rabb'im!.. İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin?” (7/155)
Ve bütün insanlar ve kavimler Bakara sûresinde beyan edildiğine göre “Açlık ve korku; mallardan, canlardan, ekinlerden eksiltmeyle imtihan…” (2/155)olabilir. Ancak sabredenler müjdelenmektedir.
Yine Enfal sûresinde zikredilen konu Rad sûresinde de işlenir: “Bir kavim kendi durumunu/özünü değiştirmedikçe Allahda onların durumunu değiştirmez.” (13/11)
Allah-u Teala insanı da toplumları da korku ve ümit ekseninde sınamaktadır. O yüzden İbn Haldun’un toplumlara biçtiği mutlak ömür kendi yaşadığı dönemde gördükleriyle ilgili olabilir. Ve ayrıca “coğrafya kaderdir” demek de yanlıştır. Zira Hud sûresinde belirtildiği üzere insanoğlu “yeryüzünü imarla görevli” (11/61) kılınmıştır. Ve bu iletişim çağında yeryüzü “Eyyühel Nas” hitabımızın ulaştığı her yerdir.
Yeryüzünü imarla görevli olduğumuz gibi insanlığı da fıtratının kanunlarıyla buluşturmak ve tarihi süreçleri içinde zaafa düşen ve güçleri kesilen çalışan
Müslümanları da, çalıştıranı da; yönetilen Müslümanları da yönetenleri de Kur’an’da Ahkaf sûresinde gösterdiği gibi “kendilerini yazık edenleri uyarmak ve güzel ve doğru davrananları müjdelemek” (46/12) doğrultusunda ıslah etmek, yeniden bilinçlendirmek, İslamlaştırmak ve vahiy temelli ümmetleşmek çabası içinde olmalıyız, bunun için de uygun donanım ve üsluba sahip olmalıyız. Bu doğrultuda İslami yükümlülüklerimizi hatırlatırken İmam Müslim’in Resulüllah’tan aktardığı öğüt doğrultusunda “Müjdeleyin nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.” (Müslim, Cihâd, Siyer, 6 ) kuralına uygun davranmalıyız. Çocuğumuzun hatasını düzeltmek için gösterdiğimiz sabır ve naifliği, Muhammed(a)’ın kavmini diriltmek ve bilinçlendirmek için uyarırken ve müjdelerken de göstermeliyiz.
Ali Osman Aydın kardeşimiz bu hafta başında yazdığı köşe yazısında bazı hatiplerimizin, vaizlerimizin Gazze’yi kurtarmak için ayağa kalkmayan 2 milyarlık ümmet söylemine ağır sitemlerde bulunduklarından bahsediyordu. Bunlar diyor, “Gazze’de yaşanan zulmü öne sürerek ümmete, yani bu çağın Müslümanlarına acziyetleri için hakaret etmeyi kendine vazife ediniyor. Konuşmalarının iki cümlesinden biri neredeyse daima Müslümanları küçümsemeye, aşağılamaya, yetersizliklerini göstermeye ayarlı. ”… Gerçekten Ümmet'i her fırsatta aşağılamaya kalkan bu tür söylemler ibadet şuuruyla “arkama bakmadan önce ben varım” diyen talepkârlığı ve Allah için adanmışlığı değil; “bizden adam olmaz” diyen pasifizmi, can sıkıntısını ve çözülmeyi çoğaltıyor.
Gerçekten bu gibiler siyonistlerle, İslam düşmanı cepheyle uğraşacaklarına ve onlara karşı Müslümanları uyarıp ıslah etme çabalarına emek vereceklerine; Gazze davasını Türkiye ve dünya kamuoyuna taşımak için ancak parça parça bir araya gelen Müslümanlara hayretler içinde “Biz bu kadar mıyız?” ve “Ancak bu kadar mı bir araya gelebildik” türü moral bozan sorular yöneltiyorlar. Dağılmış ve gücü azalmış ümmet içinden tekrar ilahi Kitaba tutunarak ve Resulullah’ın Sünnetini yeniden diriltmeye çalışarak emek veren, infakta bulunan, ter döken gerektiğinde can veren insanlarımızın yeniden diriliş hamlesini yok sayarak, belki o hamlenin saflarındaki dayanışma, direniş ve topyekûn cihad ruhuna yabancı kalan bir tutumla ve hikmetsizce adeta çok kültürlülüğe düşmüş mahalle ağzıyla konuşuyorlar? Yoksa bu gibiler kendi çözümsüzlüklerine, salihat eksikliklerine ve ailece veya yakınlarıyla yaşadıkları ataletlerine mazeret mi üretiyorlar?
Hâkim en-Nisaburi’nin “Müsdetrek” adlı hadis külliyatında Muâz bin Cebel’den şu rivayeti aktarır: Bir gün Rasûlullah (s) devesinin üzerinde iken Muâz bin Cebel ona yaklaşıp müsaade isteyerek,
“–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibadetleri yapalım?” diye sordu.
Rasûlullah bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:
“–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Muhammed (a) şöyle buyurdu:
“–Allah yolunda cihâd çok güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlı ameller vardır.”
“–Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?”
“–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”
Muâz, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem her defasında:
“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Muâz (r):
“–Yâ Rasûlâllah! İnsanlar için bunlardan daha hayırlı ne olabilir?” diye sordu. “Yani hepsini döktüm, saydım” dedi.
Rasûl-i Ekrem ağzını gösterdi:
“–Hayır konuşmayacaksan sus.” buyurdu. Muâz:
“–Yâ Rasûlâllah! Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu.
Bunun üzerine Rasûlullah, Muâz’ın dizine hafifçe dokundu, şunları söyledi:
“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin!..” (Hâkim, IV, 319/7774)
Buhari’de de Ebû Hüreyre'den bu konu şöyle rivayet edilir:
“Allah'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buhârî, Edeb 31, 85, Rikak 23)
“Ümmet adam olsaydı veya yöneticiler adam olsaydı böyle olmazdı” tarzı yaklaşımlar en başta kendinin ve kendi yakınlarının ataleti, dağınıklığı veya azimsizliğine mazeret üretmekten başkası değildir. Örnek alacağımız ruh önce kuşatmalar ve imkânsızlıklar altında sahih iman ve salih amel doğrultusunda hareket eden Resül ve Resülle beraber olan bir avuç müminin örnekliğidir. Bizim ibadi sorumluluğumuz önce kendi nefsi muhasebemizle başlar. Ve Âli İmran sûresinde belirtildiği gibi ben ve yakınlarım yeterli bir “Kur’an talimi”nden (3/79) geçtik mi? En başta Resulullah’ın diliyle anlatılan şekliyle “Ben ve benimle birlikte olanlar basiret üzere insanları hakka davet ediyoruz…” (12/108) diyebilecek bir eylemliliğin içinde miyiz, gecenin belirli vakitlerinde Allah’ın vahyi ve yaşanan vakıa veya sorunlar arasında bağ kurmak, çözüm üretmek ve bir ufak bir mümin topluluğu olarak hakka tanıklık yapmak “tezekkürü, tedebbürü, tefekkürü, teakkulü” ve bu birikimin “salih amelleri” içinde olabiliyor muyuz?
Kötülükten alı koyacak ve kötülüğü aşacak bir duruştan, önce nass ve vakıa temelli toplumsal ve tarihi analiz bilgisi ve tefekkürü ile münevver bir birikime ya da bakış açısına sahip olması beklenir. Slogan bir inancın, dünya görüşünün, tutarlı bir muhakemenin ürünüyse faydalıdır. Yoksa temeli olmayan hamasî, abartılı ve asabiyeye dayanan sloganlar da, yakınmalar da, bu tarz entelektüel bilgiç söylemler de sadece sahih iman ve salih amellere yönelen ilgileri istikametinden saptıran boş ve yapılmayacak işlere yönelen söylemlerdir.
Ulus devletlere bölünmüş bütün coğrafyamızın iç ve dış vesayetler altında olduğunu ve bu cendereden Gazze’de HAMAS örneğinde olduğu gibi merhaleci bir mücadeleyle dirilme yollarını muhakeme ve analiz edemeyen, sanki Resulullah’la beraber oluşan öncü neslimizin fikri ve ameli niteliklerini taşıyormuş gibi davranan ve slogan atan insanları yanıltmaya neden olanların akibeti ya IŞİD Hareketi gibi anarşizme yol açmakta, ya hamasi söylemlerin düş kırıklığı ile içine kapanan inzivacı-tekfir ciruh haline bürünmekte; ya da entelektüellik adına fikri veya siyasi çözülmeler yaşayarak öteki kimliklere sığınmaktadırlar.
Allah vahyi ve vakıayı/olayları, fikri ve sosyal gelişmeleri doğru okuyup kavrama konusunda bizleri sırat-ı müstakimden; Nebilerin, sıddıkları, şühedanın, salihlerin yolundan ayırmasın. Rabbim bizleri, azlıkla veya çoklukla övünen değil; nitelikli bir İslami kimliği, sahih iman ve amelleri kendini İslam’a nispet edenlere, adalet ve hakikati, insan olma özünü arayan insanlara taşıyan basiretli tebliğciler ve şahidler kılsın.