8 Şubat 1925’te Şeyh Said ayaklanması başladığında başbakan Fethi Okyar’dı. 17 Kasım 1924’te muhalif liberal parti olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduktan üç gün sonra Başbakan İsmet Paşa istifa etmiş ve yerine daha liberal fikirleriyle tanınan Fethi Bey başbakan olmuştu. TCF ise dine hürmetkâr, devlet kapitalizmini değil, Amerikan liberalizmini esas almıştı. Şeyh Said yargılandığı Şark İstiklal Mahkemesinde verdiği ifade de Genç Belediye Başkanı’ndan TCF’nin programını temin ettiğini ve “dine saygılıyız” ayrıca “içkiyi yasaklayacağız” maddelerinin çok hoşuna gittiğini ama onlarla muhabere etmediklerini belirtmişti. Ayrıca TCF hakkında şu ifadeleri kullanmıştı: “Kalbimizden seviniyorduk. Allah bir sebep çıkarsa da dine yardımcı adamlar kalsalar diyorduk.” (21)
Fethi Bey, “isyanı” ilk günlerinden itibaren sınırlı talepleri olan mevzi bir başkaldırı olarak görmüş ve çözüm için daha sakin ve diyalogu önceleyen bir tavır sergilemişti. Ama Mustafa Kemal, Fethi Bey Hükümeti’ni yeteri kadar sert bulmadığı için sıkıştırmaya başlamıştı. Ve Meclis’te yapılan oylama sonucu 63’e karşı 73 oyla Fethi Bey Hükümeti düşürülmüştü. Daha sonra Fethi Bey’i destekleyenler de çeşitli mağduriyetlerle karşılaşmışlardı.
Mustafa Kemal 3 Mart 1925’te sertlik yanlısı İsmet Paşa’yı başbakan atadı ve aynı gün sıkıyönetim ilan edildi. Yürütmeye sınırsız yetkiler veren “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkarıldı. İstiklal Mahkemeleri, şark ve batı olmak üzere iki alanda çalışmak üzere yeniden kuruldu. Mahkeme başkanları Cumhurbaşkanına bağlıydı. Mahkeme kararları denetlenemez konumdaydı. Kararların temyizi söz konusu değildi. 1925-1927 yılları arasında tüm ülke sathında çalışan İstiklal Mahkemeleri, doğuda Şeyh Said ayaklanmasını, diğer bölgelerde de halifeliğin kaldırılması, sonra da Şapka Kanunu ve diğer laik kanunları eleştirenleri bahane ederek Şeyh Said ve İskilipli Atıf Hoca gibi binlerce âlimi ve kanaat önderini idam etmişti.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Şeyh Said ayaklanmasını bahane ederek Batıcı reformları baskı ve şiddet yoluyla II. Meclis’i tehdit ederek kanunlaştırmışlardı. TCF de 3 Mayıs 1925 tarihinde kapatıldı.
15 Nisan’da yakalanan Şeyh Said ve arkadaşları, Diyarbakır’da İstiklal Mahkemesinde yargılandı ve idam edildiler. Ancak bu mahkemede Şeyh Said-i Piran’ın yaptığı savunma, Kürt ulusalcılarını rahatsız etmiştir. Gerçek ismi Mela Şêhmus olan, “din âlimi” olduğu halde daha sonra sosyalistliği seçen, Kürt ulusal hareketinin önemli şairi Cigerhun, Şeyh Said’in bu mahkemede Kürt ve Kürdistan kelimelerini bile telaffuz etmediğine dikkat çekerek hayıflanmakta ve Said’i aşağılamaktadır.(22) Oysa bu hal, doğaldır. Çünkü Şeyh Said bir Zaza veya Kürt olarak, toprak için değil, Müslüman olduğu ve fıtri hakları için kıyam etmiş ve mahkemede de Allah ve Şeriat için kıyam ettiğini haykırmıştır.
“Şeyh Said hareketinin dinî bir kalkışma mı yoksa Kürtçü bir kalkışma mı olduğu?” tartışmasında, Kürdistan İslam Partisi (PİK) ve çıkarttıkları “Cudi” dergisi örneğinde olduğu gibi Kürtçü bazı dinî mahfiller, tamamen tarihî verileri saptırarak bir tarih yaratmaya çalışmışlardır. Ulus kavramının Avrupa kökenli ontolojik ve seküler değerlerinden bihaber ve Kürt ulusalcılığına öykünen bazı dindar kişi ve gruplar, Şeyh Said’in istişari bir katılımla aldığı şer’i ayaklanma fetvası doğrultusunda aşiretler ve değişik yerleşim yerleri arasında gerçekleştirdiği seyahati, ulusal mücadele bilincini insanlara vermek istediği için yaptığını söylemektedirler. Bu Kürt ulusalcısı dindarlar, 1921’de kapatılan “Kürdistan Teali Cemiyeti”nin üyesi olarak göstermek istedikleri Şeyh Said’i bu sefer de Kürtçü kayınbiraderinin kurduğu Azadi Cemiyeti’nin (Rêxistina Azadî) Kürt ayaklanmasını örgütlemek için gerçekleştirdiği çabalara destek vermekle ilişkilendirirler. Ve Azadi hareketinin liderleri 1924’ün Ekim ayında yakalanınca örgütün başına Şeyh Said’in geçtiği senaryosunu kurarlar. Kardeşi Bahaeddin’e de cihada başladığını, bu yolun korkakların yolu olmadığını ve kendisinin de sonunda “Amed”de asılacağını bildirdiğini iddia ederler.(23) (Bu öykünmeci ve hiçbir delile dayanmaksızın kurulan ulusal-dindar senaryo kurgularına örnek olarak mizgin.net sitesindeki Şeyh Said’in hayat hikâyesine bakılabilir.)
Atatürk’ün tarih yazıcılığına benzeyen delil ve mesnetten uzak kurgular arasında kullanılan “Amed” ifadesi de yine bir öykünmecilik ürünüdür. Zira Amed denilen şehrin adı Hz. Ömer döneminde fethedilmeden önce Dikrangerd idi. Dikrangerd, daha sonra adına Diyar-ı Bekir (Diyarbekr, Diyarıbekir, Cumhuriyet döneminde de Diyarbakır) denilen bölge Milat Öncesi binli yıllardan beri bir Ermeni krallığının merkeziydi. Dikrangerd’den binlerce yıl önce de müşrik Asurlular döneminde bu bölge Amid olarak anılmıştır. Ayrıca bu bölgeye tarihî bilgi olarak da Amed demenin yanlış olacağı gösterilmiştir. (24)
Şeyh Said hareketini Kürt ulusalcılarıyla irtibatlandırma gayretleri sonradan üretilmiştir. Bu iddia hareket içinde yer alan ve ulusalcılığın etkisinde kalmış tek-tük bazı kişilerden öteye bir mesnede dayanmaz. Diyarbekir’de 40 köyleri bulunan Cemilpaşa ailesi bir Kürt kalkışması için halkı örgütlemeye teşebbüs etmemiştir. Laik aydınlardan Liceli Fehmi Bilal’in Şeyh Said isyanı başladıktan sonra olayların aslını öğrenmek için Said’in yanında bulunması gibi bazı münferit laik ve Kürtçü tiplere hareket içinde tek-tük rastlanmıştır. Ama Cemilpaşa hatıratında Piran’da ilk silahın patladığı gün polislerce evlerinin gözaltına alındığını belirtir. Azadi’nin en büyük şubesinin Diyarbekir’de olduğu halde cemiyet liderinin kendilerine hiçbir haber vermeden kalkışma için Erzurum’da ihtilal hazırladığını sonradan duyduğunu ve Kürtçü mebus Yusuf Ziya’nın da çok hayalperest birisi olduğunu söylemiştir. (25)
Şeyh Said önceleri tebliğ ve mektuplarında “Emiru’l Mücahidin” unvanını kullanırken, daha sonra “Hadimu’l Mücahidin” imzasını kullanmıştır. Yazışmalarındaki en önemli ortak kaygı halifeliğin ve medreselerin kaldırılması; dinsizliğin, kadınların çıplaklığının ve içki tüketiminin artması konularıdır.
Lozan delegasyonu içinde yer alan ama daha sonra Mustafa Kemal’le arası açılan Dr. Rıza Nur, Şeyh Said ayaklanmasının sadece dinî özellikli olduğu kanısını şu aktarımla belirtir:
“Şeyh Said gayet dindar bir adammış. Medreselerin ve tekkelerin ilgası, şapka giydirileceği şayiası bu adımı tehyiç etmişti. İsyan etti. Bunu Mustafa Kemal, ‘Kürt milli isyanı ve aynı zamanda irtica!’ telakki etti. Hâlbuki resmi tahkikat asla milli bir Kürt isyanı olmadığını göstermiştir. Ben bunu orada İstiklal Mahkemesi reisliğini yapan Ali Saib’e de sordum. O da asla ‘Kürtlük meselesi yoktur, sırf dindir’ dedi.” (26)
Şeyh Said, Diyarbekir’deki İstiklal Mahkemesinde 26 Haziran 1925 tarihinde yaptığı son savunmasında ayaklanmanın nedenini şöyle açıklıyordu:
“Bizim hadiseye katılmaktan maksadımız şeriat hükümlerinin uygulanmasını, rica yoluyla hükümete arz etmekti. Zannımız buydu. İnşallah kabul buyrulur. Zira onlarda bizim gibi, hatta daha fazla Müslümandırlar, din ehlidirler. Hatta Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) kanununun içerisinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslamdır’ diye yazılıdır. Din hükümlerinin yerine getirilmesi de yazılıdır. Elhamdülillah Türkiye ricali dindardır.” (27)
Milli Şef İnönü’nün damadı Metin Toker, Şeyh Said’in asılan 47 arkadaşından birkaç kişinin Kürdistan mefkûresini haykırdığını iddia eder. Ama Şeyh Said mahkemede ısrarla bir Kürt devleti kurma amacında olmadıklarını, şeriatı geri getirmeyi hedeflediklerini belirtmiştir. Sorgusu sırasında “Şeriatımız yolunda ölürsek dinsiz gitmeyiz!” demiş ve mahkeme başkanının, “Müslümanı Müslümana kırdırmak caiz midir?” sorusuna “Hz. Ali’nin itbaı, Hz. Muaviye’nin itbaı kardeş değil miydi?” karşılığını vermiştir. (28)
İdam sehpasına çıkmayı beklerken “Son Saat” gazetesinin özel muhabirinin uzattığı deftere de soğukkanlılıkla Arapça şu mısraları yazmıştı:
“Velaübali bi-salbi ala cüzui’r-redui’
Lev kane masrai fillahi ve fiddin”
(Eğer Allah için, din için kavga vermişsem
Basit dallarda asılmaktan perva etmem.) (29)
Ayaklanmanın Sonuçları
Şeyh Said hareketi, maddi sonuçları itibariyle ciddi bir mağlubiyetle ve mağduriyetlerle son bulmuştur. Ancak bu direniş ve ülkenin diğer şehirlerindeki sonucu idamlar ve sürgünlerle biten direnişler, İslami aidiyetlere gösterilen bağlılık misyonu açısından sonraki nesillerde bir direniş ve diriliş ruhu oluşturmuştur. Bu direnişin 1982 Hama, 1992 Bosna direnişlerinden; Gazze’de Siyonistlerin dev savaş aygıtlarına karşı gösterilen direnişlerden; Rusya ve İran destekli Suriye rejimine karşı 18 Mart 2011’de başlayan Suriye halkının ve Müslümanlarının özgürlük mücadelesinden çok farklı bir yanı yoktur.
Bu ayaklanma bastırılırken Türk kuvvetleri acımasız davranmışlar ve Yunan harbinde ölen insanlardan çok daha fazlasını bu süreçte öldürmüşlerdir. 206 köy yıkılmış, 8752 ev yakılmış, yüz binlerce insan yerlerinden göç ettirilmiş, on binlercesi bu göç sırasında yollarda hastalıktan ölmüştür.
Bu süreçte ikinci kez kurulan tam yetkili ve denetim dışı İstiklal Mahkemeleri ile keyfi idamlar gerçekleştirilmiş ve binlerce muhalif idam edilirken on binlercesi de korkutulup sindirilmiştir. Örneğin 1921 yılında kapatılan “Kürdistan Teali Cemiyeti” Başkanı Seyyid Abdülkadir bağımsız Kürdistan kurmak suçu ile 12 arkadaşı ile İstanbul’da tutuklanmış ve getirildiği Diyarıbekir’de yargılanmıştır. Amaçlarının “yıkılmakta olan dinî değerleri yeniden yaşatmak” olduğunu belirten Abdülkadir, “Cumhuriyet devletini parçalamak gibi bir niyetlerinin olmadığını, İslam Cumhuriyeti taraftarı olduklarını” açıklamıştır. Oysa yeni resmi ideoloji öncelikle bu fikrin kökünü kazımak istiyordu. Ve Seyyid Abdülkadir, 5 arkadaşı ile birlikte suçlu görülerek 27 Mayıs 1925’te Diyarıbekir’de asılmıştır. Cemilpaşa ailesinin birçok ferdi de olaylarla irtibatı olmadığı halde tutuklanarak yargılanmıştır. Çok zengin olan aile bir uçak alarak devlete bağışlamıştır. Buna rağmen idam edilenler dışında aileden bir kısmı hapis cezasına çarptırıldı, geri kalan kısmı ise Diyarıbekir’den sürgün edildi. (30)
Şeyh Said kıyamından sonra çıkartılan ve anadil yasağı getiren 1925 “Şark Islahat Planı” ise tamamen laik ve Batıcı hayat yoluna kapı aralayan bir ifsad ve Türkçüleştirme programı olarak gündeme sokulmuştu.
1925-1927 yılları arasında hem Türkiye’nin doğusunda hem batısında faaliyet gösteren İstiklal Mahkemeleri, ülkeyi adeta bir korku adasına dönüştürmüştü. Metin Toker’e göre “Bu ortamda ancak mezar sessizliği olacaktı. Hiç kimsenin yapılanları tartışması istenmiyordu.” Şeyh Said’in yakalanması, yargılanması ve idamı Kemalist diktatörlüğün önünü açmıştı. İstiklal Mahkemeleri ile tüm basın, muhalif mebuslar, aydınlar susturulmuştu. Peşinden Lozan’da taahhüt edildiğini düşündüğümüz devrimler yapıldı. Avrupa kanunları, Osmanlı alfabesinin iptali, kılık kıyafet devrimi, kurgulanan Türk Tarih Tezi’nin inşası ve laiklik…
Şeyh Said’in Gündemleştirilmesi
Şeyh Said, hukuki anlamda haklı bir noktadan kalkarak Türk inkılâplarına ve Kemalizm’e tepki vermeye çalışmıştır. Zira 1924 Anayasasında “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesi bulunmaktaydı. Anayasanın bu maddesine aykırı icraatlar yapılmaya başlanmıştı. Bizzat Mustafa Kemal, yetkilerini istismar ederek mevcut anayasayı bir diktatör gibi çiğnemeye ve toplumu İslami değer ve aidiyetlerinden uzaklaştırmaya yönelmişti. Dolayısıyla da Şeyh Said’in kimliksel olarak bu yabancılaşma ve Batılılaşma akımına karşı tepkisi hem İslami, hem insani, hem hukuki idi.
Türkiye’de son dönemlerdeki hukuki yapının normalleştirilmesi tartışmaları başladıktan sonra ve özellikle 12 Eylül 2010 anayasa referandumuna bağlı olarak Şeyh Said’in itibarının devlet tarafından tanınması teklifleri belirginleşmeye başladı. Daha önce “mazlumluğu” dile getirilen Şeyh Said’in, son senelerde artık “haklılığı” işlenir oldu.
Şeyh Said’in torunu Abdullillah Fırat, 2009 yılında İçişleri Bakanlığına başvurarak dedesinin itibarının iade edilmesini istemişti. Dilekçesinde şu ibareler yer alıyordu:
“İslami bir şahsiyet, bir tarikat büyüğü ve Kürdistan halkının da tabii bir lideri olan Şeyh Said ve dava arkadaşlarının Allah katında ve halk nezdinde mevcut olan itibarının, devlet tarafından da tescilini talep ederiz.”
İslami eğilimli çevreler, oluşturdukları ve Abdulillah Fırat’ın da katıldığı Dicle-Fırat Diyalog Grubu ile 2010 yılında Şeyh Said’in idam edildiği yerde ve günde 29 Haziran’da bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Bu etkinliğe BDP’li Diyarbakır Belediyesi de destek verdi.
Kürt ulusalcılarının oluşturduğu Demokratik Toplum Kongresi, 6. Olağan Genel Kurulu sonuç bildirisinde, önceki tutumlarının aksine Şeyh Said’e sahip çıktılar. Peşinden BDP Batman mebusu Bengi Yıldız, TBMM Başkanlığına başvurarak, Şeyh Said’in, Seyid Rıza’nın ve Said-i Nursi’nin mezar yerlerinin tespiti için bir Meclis Araştırma Kurulu’nun oluşturulmasını talep etti. 2011 yılında Şeyh Said anmaları da Diyarbakır Belediyesi tarafından düzenlendi. Bu etkinliklerde Şeyh Said, Kürt ulusal kahramanı ilan edildi. Bu saptırmanın, tamamen dinî ve mezhebî aidiyetleri dolayısıyla Kemalist politikalara karşı direnen Seyyid Rıza’nın da Said-i Nursi’nin de yakında Kürt ulusalcıları tarafından, Kürt ulusunun kahramanları olarak ilan edilmeleri muhtemeldir. Böyle bir eğilim tamamen seküler ve Batıcı ulusçuluk akımının bir istismarıdır. Aynı istismar, tamamen İslami kimlik algısı nedeniyle Çarlık Rusya’sına karşı direnen Kafkas kartalı Şeyh Şamil hakkında da yapılmıştır. “Allahsızlık Kulüpleri” açan SSCB de, Şeyh Şamil’i, ezilen Kafkas köylülerinin direniş sembolü olarak takdim ederek onun mücadelesine sosyalist bir anlatı kazandırmaya çalışmıştı. Hatta Şeyh Şamil için komünist müzisyenlere besteler yaptırılıp plakları bastırılmıştı.
Oysa Abdullah Öcalan’ın Serxwebun’a ulaşan düşünceleri şöyle kâğıda geçirilmişti:
“Geçmişte yaşanan isyanlar ilkel milliyetçiliğe dayanır. Kemalizm düşmanlığı Kürtler lehine değildir. İlk Kürt isyanları Batı’ya dayanıyordu. O dönemde hem Kürtler üzerinde hem de Türkler üzerinde emperyalizmin oyunları vardı. Önderliklerin gerici yanlarını görmek gerekir… Mustafa Kemal 1919’da Kürtlere bütün özgürlüklerini tanıyacaktı. ‘Oyuna gelmeyin’ dedi. ‘Kürdistan Devleti kurma oyununa, Ermeni Devleti kurma oyununa gelmeyin’ dedi. Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu 1924’e kadar sürdü… Şeyh Said isyanı taviz kopartma amacıyla Kürtleri ateşe atmıştır… Mustafa Kemal bilinçliydi; bu işbirlikçilerini tanıdı.” (31)
Bu ifadeler içe ve dışa yönelik Şeyh Said hareketini karalayan Mustafa Kemal’in ithamlarından pek farklı değildir.
Ayrıca Öcalan 1999 İmralı savunmasında “Aslında Atatürk saltanat ve hilafeti savunan feodal güçler tarafından engellenmeye teşebbüs edilmeseydi, Türk ulusu, sacayağının Kürt ayağını da dengeleyerek kendini daha demokratik olarak gerçekleştirebilecekti.” tarzında bir yağcılıkta da bulunmuştu. (32)
Öcalan’ın bu ifadelerinden 12 yıl sonra Kürt ulusalcılarının Şeyh Said’i de emelleri doğrultusunda istismar etmeye yönelik bu girişimlerine karşı Abdülmelik Fırat’ın büyük oğlu Fevzi Fırat basına şu açıklamayı yapmıştır:
“Şeyh Said Efendi döneminin Nakşibendî Tarikatı postnişinidir. Tebliğ ve irşad çalışmalarıyla toplumun yeniden uyanışına ve İslam’ın toplum üzerinde inkişafına çalışmış ve toplum içindeki İslami ve tasavvufi temellerin güçlendirilmesini amaçlamıştır. Bütün mücadelesi bu olmuştur.
Putlaştırılmak istenen Öcalan’ın dünya görüşü ve yaşamı ise tam tersidir. Bu Kürtleri laikleştirme, değerlerinden uzaklaştırma projesidir. Birileri Öcalan ve BDP üzerinden bu projeyi yürütüyor. Amaçları doğudaki örf ve adetleri, inançları zayıflatmaktır.”
Süleyman Kurşun ise 29 Haziran 2011’de yapılan anmada şu vurgulara dikkat çekmiştir:
“Şeyh Said mahkemede yargılanırken ‘Eskiden şeriat vardı, şimdi kalmadı. Şeriatın olmadığı yerde size de güvenim kalmadı, o yüzden isyanımız vacip oldu’ diyerek haklılığını ortaya koymuştur.”
Mayıs 2012 ayı içinde kapatılan ama bölgedeki Müslümanlara ait en yaygın sivil kuruluşlardan olan Mustazaf-Der de bu konuya el atmış ve TBMM Başkanlığı’ndan Şeyh Said’in mezarının açıklanmasını istemişti. TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Başkanlığı’ndan 26 Nisan 2012’de gelen cevabi yazıda ise İstiklal Mahkemesi karar defterlerini Latin harflerine çevirmeye çalıştıklarını, bu işlem bittikten sonra bu talebin cevaplandırılacağı belirtiliyordu.
Konunun gündeme getirilmesi ve müracaatlara TBMM’den cevabi yazı yazılması Şeyh Said’in sahiplenilmesini daha da yaygınlaştırdı ve onun adıyla camiler yapılmaya başlandı. En son olarak 500 kişilik cami inşaatının temeli Diyarbakır Müftüsü tarafından 27 Nisan’da atıldı.
Bizim amacımız Şeyh Said’in mesajını tarihte bırakacak şekilde saptırarak onu anmak ya da bölge insanının ona duyduğu teveccühten yararlanarak politik açılımlar yapmak olmamalıdır. Şeyh Said’i, tüm zaafları ve olumlulukları ile birlikte tarihî bir misyon olarak tabii ki bilmeliyiz. Ama onu anmamız ve onun hayatını yeni nesillere aktarmamız, içinde yaşadığımız ve bize dayatılmış olan Batıcı paradigmayı, resmi ideolojiyi, işbirlikçi sistemi, laik ve baskıcı vesayeti aşma ve başta vakıflarımız olmak üzere gasp edilen tüm haklarımızı devletten geri almak mücadelesi içinde anlam kazanmalıdır.
Şeyh Said’in de Kemalist rejim tarafından katledilen tüm şehitlerimizin de makamı ve itibarı Allah katındadır. Onların, ölümlülerin tanıyacağı itibara ihtiyaçları yoktur. “İade-i itibar”a ihtiyacı olan bizleriz. Bu itibarı da Şeyh Said’in bıraktığı yerden ve zaaflardan arınarak, İslami tutarlılık içinde var kalma ve yeniden varoluş mücadelemizi yükselterek elde edebiliriz.
Haksöz Dergisi Sayı: 255 - Haziran 2012
21- Tan, a.g.e., s. 231.
22- Naci Kutlay, Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları, Beybûn Yayınları, Ankara, 2005, s. 132,.
23- Bu öykünmeci ve hiçbir delile dayanmaksızın kurulan ulusal-dindar senaryo kurgularına örnek olarak mizgin.net sitesindeki Şeyh Said’in hayat hikâyesine bakılabilir.
24- Şeyhmus Diken, Amidalılar / Sürgündeki Diyarbekirliler, İletişim Yayınları, İstanbul 2007.
25- Cemilpaşa, a.g.e.
26- Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul, tarihsiz, C. 4, s. 1324.
27- Mustafa İslamoğlu, Şeyh Said Ayaklanması, sf. 172, Denge Yayınları, İstanbul, 1998.
28- Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, sf. 151-152, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1994.
29- Sebilürreşad, (İkinci Dönem) 18 Haziran 1962, C. 14, S. 337,.
30 -Tan, a.g.e., s. 239-240.
31- Abdullah Öcalan, Serxwebun, Haziran 2000, S. 222.
32 -Hamza Türkmen, Ulusçuluk Çıkmazı Kürtler ve Çözüm Arayışı, Ekin Yayınları, İstanbul 2009, s. 92.