HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD VE İSLAMİ DİRENİŞ RUHU -1 - 28 Haziran 2025 Cumartesi

HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD VE İSLAMİ DİRENİŞ RUHU -1  - 28 Haziran 2025 Cumartesi

HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD VE İSLAMİ DİRENİŞ RUHU -1 - 28 Haziran 2025 Cumartesi


Şeyh Muhammed Said, Mustafa Kemal’e bağlı Şark İstiklal Mahkemesi tarafından, 29 Haziran 1925’te Diyarıbekir’de, Batıcı devrimler sürecine karşı çıktığı ve İslami yönetim istediği için 47 arkadaşı ile birlikte idam edilmişti. I. Dünya Savaşı yorgunu bir ümmet, Mart 1923’teki I. Meclis Darbesinden itibaren Batılı bir Türk ulusu yaratmayı amaçlayan kadroların tepeden inmeci devrimleri ile karşılaştı; baskılar, sürgünler, katliamlar ve idamlarla sindirildi. İtilaf Devletlerince desteklenen bir avuç Türkçü-Batıcı kadro, Müslümanların dinini, alfabesini ve örfünü değiştirmeye kalkışmıştı. Bu yabancılaştırıcı mukallitliğe karşı çıkanlar orantısız ve insafsız bir güç kullanımıyla ezildi ve büyük ölçüde de sindirildi.

Lozan Antlaşmasında “Turkia” adıyla sınırları dayatılan ülkede, Müslüman tebaaya yaşatılan aktif yasaklar ve zulümlerden sonra ciddi bir geri çekilme, suskunluk ve korku iklimi hâkim kılınmıştı. Fakat İslami aidiyetleri “geri” ve “çağ dışı” olarak gören pozitivist, faşist, liberal, sosyalist tüm Batı kökenli akımlar, kendilerini ifade edebilecekleri farklı alanlar bulabildiler; kendilerini var kılıp, kadrolarını yetiştirebildiler. Konjonktürel dalgalanmalarla değişen oranlarla da olsa, çoğu kez arkalarında devlet desteği buldular. Sarı ve Beyaz ırk milliyetçilikleri de, ekonomik liberalizm de, devletçi ekonomi de komünist-sosyalist çalışmalar da, siyasi liberalist girişimler de Türk ulusunun banisi/kurucusu kabul edilen Atatürk’ten farklı zamanlarda destek almıştı. Sağ ve sol Kemalizm akımlarının ortak paydası ilerlemecilik, Türk ulusçuluğu, laiklik ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma yarışıydı. Müslümanlar için yeni kurulan Türk ulus devleti ise kimliklerinin yasaklandığı, hapsolduğu veya işkence gördüğü bir açık hava hapishanesini ifade ediyordu. Dindar insanlar 1930’lu yılların sonunda ve 1940’lı yıllarda çıkarttıkları dergiler için, “Allah” gibi dinî kavramlara yer vermemeleri için resmi yazılarla uyarılıyorlardı.

Ama tüm sindirilmişliklere, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik alanlardan itilmişliklere ve ambargolara rağmen, Müslümanlar arasında yaşatılan İslam’a olan aidiyet bağı büyük ölçüde kopartılamadı. Her dönemde İslam’a olan sevgisini ve bağlılığını satmayan Şeyh Said ve İskilipli Atıf Hoca misyonlarının taşıyıcıları var oldu. Müslümanlar, Kemalist baskı ortamının kısmen yumuşamaya başladığı 1950’li yılların ortalarından sonra yaşadıkları acıları yeni yeni dillendirebilme imkânı bulabildiler. Bu konuda kamuoyuna deklare edilen ilk çalışma Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” kitabı oldu. 1969’de basılan bu kitapta Şeyh Said bir Müslüman direnişçi olarak gösterilmişti. Bu isim 1970’lerden 1980’lerin sonuna kadar Şura, Tevhid, Hicret, Aylık Dergi ve Girişim gibi İslami dergilerde gündeme getirilmeye başlandı. Yine Şeyh Said, 1990’da Sadık Albayrak’ın ironik başlığı “İrticanın Tarihçesi / Devrimler ve Gerici Tepkiler” olan kitabıyla gündeme getirilmişti. Mustafa İslamoğlu’nun 1998 yılında yazdığı “Şeyh Said Ayaklanması” adlı kitabı, kirletilen tarih sayfalarının üzerindeki toz ve pislikleri oldukça temizlemiş ve konuyu aydınlatmıştı. Ve son olarak da Diyarıbekir’in çocuğu Altan Tan, Şeyh Said üzerine yapılan tüm incelemeler ve elde ettiği verilerle sistematik ve tutarlı bir çalışmanın özetini 2009 yılında bizlere “Kürt Sorunu” başlıklı kitabının içinde sundu.1

Şeyh Said zaafa düşmüş bir ümmetin çocuğu idi. Yeniden vahye ve fıtrata tutunmaya çalışıyordu. Ana tarafından da baba tarafından da Muhammedi (s) bir soya dayanıyordu ama Zazalaşmıştı. İslami duyarlılığını, zaaflı da olsa Nakşî tarikatı ve sembolik de olsa hilafet makamı gibi vesilelerle diri tutmaya çalışmıştı. Medrese eğitimini Muş’un Malazgirt ilçesinde tamamlamıştı. Rus ordularının Kafkas üzerinden güneye doğru ilerlemesi ailece onları hareketli kılmıştı. Hınıs’tan sonra Piran’a taşınmak zorunda kalmışlardı. Osmanlı Devleti içinde çözücü ulusçuluk akımları başlamıştı. Batı paradigmasına öykünen Türkçü İttihat Terakki (İT) komiteleri iktidarı kuşatmıştı. Ümmetten bir Türk ulusu yaratmaya çalışan ve Osmanlı-İslam aidiyetini parçalamaya yol açan İT’in uygulamalarına karşı tepkiler başlamıştı. İslami tebaası 30’u aşkın Müslüman kavme dayanan Osmanlı-İslam toplumunu bir arada tutan birleştirici bağ İslam ve İslami kardeşlikti, bu beraberliğin son asırda en önemli sembolik motifi ise hilafet makamı idi.

Kürdistan’ın Barzan bölgesinde Molla Mustafa Barzani’nin ağabeyi Şeyh Abdusselam Barzani, bölgedeki Nakşî şeyhlerinin ortak dileğini 1907 yılında Kostantiniyye’deki Osmanlı Yönetim Merkezine telgrafla şu şekilde bildirmişti:

1. Devletin dini İslam olması nedeniyle mahkemelerde şer’i esaslara göre hüküm verilmelidir.

2. Vergiler şer’i ölçülere göre toplanmalı ve bölgenin imarı ihmal edilmemelidir.

3. Eğitim dili önceden olduğu gibi Kürtçe olmalıdır.

4. Bölgeye tayin edilen mülki erkân Kürtçeyi bilenler arasından seçilmelidir.

Hükümetin cevabı Barzan’a asker göndermek oldu. Şeyh Abdusselam iki aylık çatışmadan sonra Hakkâri’ye çekildi. Muş Valisi Esad Paşa, bu gerginliği makul bir tutum göstererek yatıştırdı. Ancak 1913’te Musul Valiliğine atanan Diyarıbekirli Süleyman Nazif’in baskıcı politikalarına karşı çıkan Abdusselam, 1914’te Musul’da idam edildi.2

Osmanlı Devleti İtilaf Devletleri tarafından işgal edildikten sonra Şeyh Mahmud Berzenci etrafında toplanan Kürt ve Türkmen aşiretleri, Kürdistan bölgesinde Nasturi ve Ermenilerle takviye edilen İngiliz birliklerine karşı Kasım 1919’dan itibaren savaşmaya başladılar. Bu harekete biraz geç de olsa Barzan ve Zibar aşiretleri de katılmıştı. 1913-14’te de Çapahçurlu (Bingöllü) Mela Selim ise İT’in keyfi ve ulusçu politikalarına karşı tamamen dinî saiklerle ayaklanmıştı.3

Osmanlı döneminde Avrupalılar tarafından teşvik edilen Türk ve Kürt ulusçulukları yanında Ermeni ulusçuluk hareketleri de belirginleşmişti. Rusların arka çıktığı ayrılıkçı Ermeni ulusçuluk hareketine karşı, çoğu Zaza ve Kurmanclardan oluşan Hamidiye Alayları oluşturulmuştu. Daha sonra İT’in denetimindeki istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın ve yönettiği çetelerin öncülüğünde organize edilen Ermeni tehciri başlamıştı. 1300 yıl -büyük bir dönemi nakız da olsa- Müslümanların yönetimi altında hiçbir tehcir ve katliam politikası ile karşılaşmamış olan Ehl-i Kitap Ermeniler, bu sefer karşılıklı ulusçuluk belası yüzünden kitlesel yıkımlara muhatap oluyordu. Şeyh Said, bilfiil kendi yaşadığı bölgelerde dramatik olaylara, acılara tanık olduğu bu karşılıklı ulusçuluklardan kaynaklanan ve soykırıma dönüşen tehcir olayına karşı çıkmış ve Ermeni katliamını engellemek için fetvalar vermişti.4 Said’in bu tavrı Ermeni tehciri ve katliamının savunucuları olan Türk ulusalcıları için karşıt bir sicil kaydıydı.

Şeyh Said Ayaklanmasını Hazırlayan Sebepler

İttihat Terakki üyesi Mustafa Kemal Paşa, Kostantiniyye işgal kuvvetleri komutanı İngiliz generalden vize alarak arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştı. 23 Nisan 1920’de de Kemal’in arkadaşları ve Anadolu eşrafının önde gelenleri Ankara’da Hacı Bayram Camii’nde buluşmuşlardı. Namaz kılmışlardı. Hatim indirmişlerdi. Dualar okumuşlar ve sonra da hilafet makamını ve ülkeyi özgürleştirmek amacıyla BMM’yi açmışlardı.

Mustafa Kemal Paşa’nın en büyük dayanağı, İttihat Terakki’nin Türkçü subayları, operasyonel istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın Anadolu’ya geçen elemanları ve kullandığı çetelerdi. 1922 Ağustosunda büyük ölçüde İtilaf Devletlerinden edinilen silah ve lojistik destekten sonra yeni oluşturulan yağmacı ve acemi Yunan ordusu Batı Anadolu’dan geri püskürtüldü. Batılı hâkim devletlerle 20 Kasım 1922’de Lozan Anlaşması için masaya oturuldu. Emperyalist devlet temsilcilerinden alınan direktifleri üç kişilik Türk heyetinin tercümanı olan Haham Hayum Naum İzmir’e gelerek yapılmakta olan İzmir İktisat Kongresinde Mustafa Kemal’e aktardı. Lozan Konferansına ara verilmişti. 1923 Şubatında yapılan İzmir İktisat Kongresi, Kemal’in yaptığı açış konuşması ve kapanış kararlarıyla Batılı devletlere Şeriata ve Bolşevikliğe karşı olunacağı ve yabancı sermayeye hürmetkâr kalınacağı bağlamında açık bir taahhüt gösterisine dönüştü. Lozan’da verilecek tavizlere ve yabancılaşmaya I. Meclis görüşmelerinde karşı çıkan Trabzon mebusu Ali Şükrü, Mustafa Kemal’in koruma komutanı çeteci Topal Osman tarafından infaz edildi. Ve 24 Temmuz 1923’te I. Dünya Savaşının galiplerinin istemleri doğrultusunda Lozan Antlaşması kabul edildi.

Lozan Antlaşmasının son maddesi “Adli Murakabe Beyannamesi” başlığı taşıyordu. Bu maddeye göre 5 yıl içinde yeni oluşturulacak Türk ulusunun tüm kanunları Avrupa yasalarına göre belirlenecek, bunu denetlemek için de Avrupalı hukukçular 5 yıl boyunca Türkiye hukuk sistemini murakabe edeceklerdi. Amerika’da Avrupalıların Kızılderilileri modernleştirme çabaları gibi bir dayatmayla karşı karşıya kalınmıştı. Ama Türkiye’de iş daha kolaydı. Çünkü Kızılderililerin önde gelenlerinden hiçbiri düşmanına benzeme kompleksi içine girmemişti. Ama Osmanlı’daki İT ve yeni kurulan Cumhuriyetin Türkçü elitleri, zaten çözüm olarak Batılılaşma peşindeydiler. İfade ettiklerimiz, Kadir Mısırlıoğlu’nun “Lozan Zafer mi Hezimet mi” başlıklı kitabı ve üç kişilik Lozan heyetinden biri olan Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım”ı gibi anlatılara dayanıyor. Zira aradan 90 yıl geçmesine rağmen hâlâ Lozan görüşmelerinin tutanakları yayınlanmadı. Bu yayın yasağı nedeniyle asırlara dayanan halkın yazı dilinin, Müslüman halkların birlikteliğini sembolize eden halifeliğin, İslami eğitim kurumlarının kaldırılması ve Batıcı reformlar konusunda İngiliz-Fransız temsilcilerinin vd’nin ne gibi istek ve dayatmalarının olduğunu da lâfzen öğrenemiyoruz.

Ama dönemin basiret sahibi Müslümanları tarafından, Osmanlı bakiyesi Müslüman halkın başına nasıl bir çorap örüldüğü de görülüyordu. Bu nedenle İskilipli Atıf Hoca daha Şapka Kanunu çıkmadan bir sene önce eleştirel şekilde “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabını yazmıştı. Lozan’daki mukallitleşmeye I. Meclis’te karşı çıkan muhalefetin öncüsü Ali Şükrü’nün 1923 Martında Teşkilat-ı Mahsusa çetecisi ve Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman tarafından öldürülmesi de Batıcı dayatmalara oldukça dikkat çekmişti. II. Meclis’te, 29 Ekim 1923’te kurucu konumdaki birçok kişi atlatılarak Cumhuriyet ilan edilmişti. Kur’an şairi Mehmet Akif, hilafeti kurtarmak vaadi ile başlayan Anadolu direnişini desteklemişti ama iktidarın keyfiliği ve baskısı karşısında küsmüş ve Mısır’a hicret etmişti. 1926’dan sonra Müslümanlara dayatılan zulümler karşısında ölünceye kadar bir daha geri dönmedi. Geri dönseydi muhtemelen o da ölüm mekanizması İstiklal Mahkemelerinde yargılanacaktı. I. Meclis’in kapatılması dâhil Mustafa Kemal ve ekibinin bu darbeci ve dayatmacı politikaları sonrasında muhalif mebuslar sindirilmiş ve 3 Mart 1924’te hilafet kaldırılmış, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti fesih edilmiş ve İslami eğitime darbe vurulmuştu.

Kaynak: Haksöz Dergisi Sayı: 255 - Haziran 2012

 


1- [ Bu makale yazılmadan önce İslami camiadan Abdülkadir Turan’ın “Kürtlerde İslami Kimliğin Gelişmesi”, Dua Yayınları, İstanbul,2011; sonra da Bahadır Kurbanoğlu’nun “Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi”, Ekin Yayınları, İstanbul, 2012; Fahrettin Gün, “İstiklal Mahkemeleri ve Şeyh Said Kıyamı”, Beyan Yayınları, İstanbul, 2018; Fahrettin Gün, “Şeyh Said Olayı İsyan mı Kıyam mı?”, Beyan Yayınları, İstanbul, 2025 kitaplarından da bahsedebiliriz. ]

2- Wadia Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 204.

3- Cegerxwin, Hayat Hikâyem, Evrensel Yayınları, İstanbul, 2003, s. 32

4- 1900’den 2000’e Kürtler, Ses Basın Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 26.

 

Kaynak: Şeyh Said ve İslami direniş ruhu -1 - HAMZA TÜRKMEN