HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD’İN BATILILAŞMA AKIMINA TEPKİSİ -2 - 29 Haziran 2025 Pazar

HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD’İN  BATILILAŞMA AKIMINA TEPKİSİ  -2 - 29 Haziran 2025 Pazar

HAMZA TÜRKMEN - ŞEYH SAİD’İN BATILILAŞMA AKIMINA TEPKİSİ -2 - 29 Haziran 2025 Pazar


Yeni kurulan Cumhuriyet’te olumsuz gidişattan rahatsız olan medrese ahalisi ve Müslüman eşraf birçok şehirde birbirinden irtibatsız ve plansız da olsa tepkiler göstermişlerdir. Bu tepkilerin en önemlisi ise bir Nakşî şeyhi olan Şeyh Said tarafından gösterildi. O 1924’te kendi tekke ve medrese bağlıları ve diğer özel davetlilerle Erzurum Tekman kasabasında kötü gidişe hal çaresi aramaya dönük kongre tarzında bir toplantı yapmıştı. Ama Hilafetin 3 Mart 1924’de hükümsüz kılınması ve yeni Cumhuriyet subayları, bürokratları ve ailelerinden başlamak üzere balolar düzenlenmesi, çiftlerin birlikte dansı, içki meclisleri ve asortikleşen giyim tarzları İslami hassasiyet taşıyan insanları oldukça rahatsız ediyordu. Bu yaşam tarzının İstanbul basınında övülmesi ve laiklik istemleri oldukça tepki topluyordu.  Ve kırsal kesimin ilk tepkisi doğudan geldi. 4 Ocak 1925 tarihinde Şuşar’ın Kırıkhan köyünde bazı aşiret reisleri, medrese, Nakşibendî temsilcileri ve bölge eşrafı ile yapılan toplantıda gösterilen tepki ve kıyamla ilgili kaleme alınan kararda Şeyh Said Arapça olarak şunları yazmıştı:

“Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kur’an ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunan ve Cumhuriyet’e tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı gara-yı Ahmediyye’ye göre helal olduğu…”

Bu fetvanın muhtevasına bakacak olursak, öne çıkan, Şeyh Said’in Nakşîliğinden kaynaklanan kelami tartışmalar değildi; İslamiliğinden veya İslamcılığından veya İslami duyarlılığından kaynaklanan ve İslam’ın muhkem değerlerine bağlılığını ifade eden bir tutumun hali vardı.

Şeyh Said’in Cumhuriyetin gidişatı ile ilgili umutsuzluğu 1924 yılında belirginleşmeye başladı. Cumhuriyetin kurucularından birçoğunun İslami adaba uymayan tavırlarından sonra hilafetin kaldırılması birçok Müslüman gibi onu da sarstı. İslami sorumluluğu doğrultusunda tepki vermeye, İslami çözümü ön plana çıkartmaya çalıştı.

O sıralarda başını Şeyh Said’in kayınbiraderi Miralay Halit Bey’in çektiği eski Osmanlı ordusunda görevli Kürtçü subaylar ve siyasetçiler 1924 yılı başlarında Kürdistan Azadi Cemiyetini kurmuşlardı. Azadi Cemiyeti, Erzurum’dan başlayacak bir Kürt ayaklanması düşünüyordu. Ancak Halit Bey’in eniştesi Kasım Bey vasıtasıyla Mustafa Kemal örgüt içi gelişmelerden haberdar oluyordu. Halit Bey de örgütün ikinci önemli ismi Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey de Şeyh Said hareketinden önce tutuklanmışlar ve 15 Nisan 1925’te Bitlis’te idam edilmişlerdi. Bu sıhrî yakınlık dolayısıyla Şeyh Said’in Halit Bey’le diyalogları olmuştu. Zaten o dönemde yeni rejimden rahatsız olan herkesin birbiriyle görüşmesi söz konusu oluyordu. Ama bu irtibat, örgütsel birlikteliği ve çözümde birlikteliği ifade etmiyordu. Azadi Cemiyeti Reisi Halit Bey, Cibran aşiretindendi ama Kürt ulusalcısıydı. Cibran aşireti ise Kürtçü söylemden yana değil, Şeyh Said’in İslami fetvasından yana tavır almıştı.

Said, 1924 Aralık ayının sonunda müftü olan kardeşi Bahaeddin’i Hınıs’ta ziyaret eder. Sıhrî yakını Abdülmelik Fırat’ın (Fırat’ın babası Said’in yeğenidir) anlatımına göre ağabeyi ile Şeyh Said arasında şöyle bir diyalog yaşanır:

“Keko, sen yapılan bu inkılâpları kabul etmediğini söylüyor ve ‘Ben Hazreti Muhammed’in ümmetine mensup bir âlim olarak, İslam’ı saf dışı eden bu harekete karşı sessiz kalamam. Çünkü yarın ruz-i cezada Allah’a, Resulüne ne yüzle bakacağım, ne cevap vereceğim?’ diyorsun, ‘Fakat bu ‘ümmet’ olgunlaşmamış, birlik sağlanamadığından neticeye varamaz. Sen en iyisi gel, biz buradan hicret edip Türkiye’yi terk edelim’ deyince Şeyh Said Efendi kardeşi Şeyh Bahaeddin’e kızıyor ve diyor ki: ‘Bahaeddin! Ben bu işe elimdeki tek değnekle de olsa karşı çıkacağım’.”

Şeyh Said, hilafetin yeniden tesisi ve siyasi ifsadın giderilmesi için planladığı ayaklanma fetvasından önce oğlu Ali Rıza ile Halep’e gönderdiği sürüsünü Suriye’de sattırır. Bu satıştan elde ettiği 5 bin altın ile hazırladığı güçlerin ikmal ve iaşe işlerini temin etmeye çalışır. 6-15 Ocak 1925 tarihleri arasında Genç, Çapakçur (Bingöl), Lice, Hani bölgelerini gezer. Ancak Şeyh Said’in bacanağı Kasım Bey’in (Kasım Ataç) Azadi Cemiyetinde olduğu gibi hakkında 1924 Ekim ayından yakalanmaya katıldığı zamana kadar Cumhuriyet güçlerine bilgi verdiği malumatı da söz konusudur.

Hükümetin Batılılaşma icraatlarına direniş niyetinde olan Şeyh Said, 8 Şubat günü kardeşi Abdürrahim Efendi’nin ikamet ettiği Eğil’in Piran köyüne gelir. Halka yaptığı konuşmada medreselerin kapandığı, Şer’i ve Evkaf Bakanlığının kaldırıldığı, gazetelerde dine hakaret edilip Peygamberimize dil uzatıldığı konusunu işler. Dinin yükseltilmesi için cihadın öneminden bahseder. Köyde bir düğün merasimi vardır. O sırada iki teğmen komutasındaki bir müfreze köye girerek düğün evinde bulunan iki kişiyi ister. Şeyh Said’in askerlere bu isteklerini düğün sonrasına ertelemelerini isteyince tartışma çıkar ve iş çatışmaya dönüşür. Piran köyünde Said’in arzusu dışında jandarmayla çatışmaya giren kardeşi Şeyh Abdürrahim’den sonra diğer kardeşi Şeyh Tahir Efendi de Lice Postanesini basar. Olaylar hızla gelişir ve halk ayaklanmasına dönüşür. Şeyh Said, bölgenin örfü içinde daha muhalefet stratejini geliştiremeden kendini ayaklananların reisi konumunda bulur. Piran köyünde zabitlerin gösterdikleri fevriliğe  tepki olarak kitle psikolojisi içinde başlayan bu hareketin bir isyan mı, bir ayaklanma/kıyam mı olduğu; yoksa muhalefet potansiyelinin basit bir tahrikle provokasyona getirilip erken doğuma mı zorlandığı konusu halen tartışılmaktadır.

Ama artık Şeyh Said, seyyiata karşı uyarılan dindar kitleyi bırakıp geri çekilemez. Alelacele anın fıkhı bağlamında bir plan yapar. 10 bin kişiye ulaşan toplulukla Genç’e girer ve fakih olan Hasan Efendi’yi valilik makamına geçirir.

Şeyh Said güçleri farklı kollardan Çapakçur’a (Bingöl’e), Muş’a, Maden’e, Ergani’ye, Siverek’e ilerler ve buraları ele geçirirler. Şeyh Said’in komuta ettiği kuvvetler Diyarıbekir’e yönelir. Ancak Ankara Hükümeti, güneyden Fransızların hâkimiyetindeki demiryolu üzerinden Diyarıbekir’e askerî birlikler yollamıştır. Said’in güçleri gösterilen direniş sonucunda geri çekilmek zorunda kalır. Bu arada Elazığ ve Harput’ta çoğu Türkçe konuşan yerli halk, halifeliği ve şeriatı geri getirecekleri düşüncesiyle Şeyh Said güçlerine yardımcı olurlar ve Hükümet güçleri şehirden kovulur. Ancak Şeyh Said ayaklanmasına katılan kitle eğitimsiz ve disiplinsizdir. Elazığ’da üstünlük kurulduktan sonra yağmalama hareketlerine girişilmesi üzerine, yerli halkla ittifak bozulur. Bu sefer eşrafın tepkisi sonucunda Şeyh Said birlikleri geri çekilmek zorunda kalırlar.

Elazığ olayı bu muhalefet harekatı için önemli bir zaaftır. Bu olay nedeniyle birçok ağa ve bey isyana verdiği desteği çeker. Şeyh Said, kardeşi Şeyh Abdürrahim’e yazdığı 15 Mart 1925 tarihli mektupta şu talimatı verir:

“Mücahitlerin İslam Şeriatının sınırları içerisinde hareket etmelerini tavsiye ederim. Müslümanların mallarını talan etmekten kesinlikle uzak dursunlar. Eğer zaruret hali olur, zor durumda kalınırsa, ödeme vesikası vermek şartıyla ambarlardan gerekli erzak alınabilir.”

Ankara Hükümeti’nin bölgeye asker yığması karşısında güçler dengesi bozulur. Öncelikle VII. Kolordu gerekli tedbirleri almış, Dersimli Zazalardan oluşturulan milis güçleri ve Fransızların hâkimiyetindeki Hatay’dan asker sevkiyatı yapılmış; bölgedeki birçok birlik Elazığ-Diyarıbekir-Muş hattına kaydırılmıştır.

Diyarıbekir kuşatması sırasında şehrin önde gelen ve Kürtçü eğilim taşıyan Baban, Bedirhan ve Cemilpaşazade aşiret ve ailelerinden hiçbir destek alınmaz. Zaten Nakşî olan birçok aşiret de bu kalkışmaya destek vermemiştir. Şeyh Said ve arkadaşları bölgeden uzaklaşıp İran’a doğru gitmek isterler. Ama Muş’ta Murat Nehrini geçmeye çalışırlarken Alevi Hormek ve Lolan aşiretleri tarafından yolları kesilir, Şeyh Said ve arkadaşları 15 Nisan 1925’te yakalanarak Hükümet kuvvetlerine teslim edilir.

Ayaklanma Özgün mü Dış Kaynaklı mı?

Hukuk sisteminin, Osmanlı alfabesinin ve Anayasadaki İslami aidiyetle ilgili maddenin Avrupalı form ve değerlerle değiştirilmesi arifesinde gerçekleştirilen Şeyh Said ayaklanması fıtri ve İslami ve aynı zamanda hukuki bir itirazdı. Ayaklanmanın erken doğuma zorlandığı, yeteri kadar tutarlı bir proje ve strateji tayinine gidilmediği, ayaklanmaya katılan Zazaların, Kurmancların ve bazı Türkmenlerin eğitilmemişlik halinden doğan disiplinsizlikleri söz konusu olsa da insanları ayaklanmaya sevk eden birincil amil Türk inkılâbı taraftarlarının basında ve resmi görüşmelerde Müslümanlara ve İslami değerlere yönelttikleri ithamlar, yasaklar ve aşağılamalar olmuştur. Ayrıca 23 Nisan 1920’de hilafetin kurtarılması için harekete geçildiği ilan edilmesine ve bunun için halktan yardım istenmesine mukabil, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasından sonra bu makamın II. Meclis tarafından lağvedilmesi büyük bir tepki ve hayal kırıklığı oluşturmuştur.

Şeyh Said İstanbul matbuasıyla ve özellikle yayın faaliyetini İstanbul’a taşıyan “Sebilürreşad”ın 16 Mayıs 1923’ten sonraki muhalif tutumuyla yakından ilgiliydi. Lozan Görüşmelerine ara verildiği bir dönemde 17 Şubat-4 Mart tarihleri arasında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında Mustafa Kemal’in hitabında vurguladığı can yakıcı vurgular Kongre’nin kapanış bildirgesine de girmişti: Özetle “Osmanlıdan gelen -şer’i olanlar dahil- kanunlar kaldırılacak, Bolşevikliğe izin verilmeyecek, yabancı sermayeye hürmetkâr olunacak”tı.

Şeyh Said, aşiret reislerine ve “ulema”ya yolladığı mektuplarda Müslüman kavimleri bir arada tutan hilafet bağının ilgasının ve İslam’ın tahfif edilmesinin var olan ümmet bağını zedelediğini söylüyordu. Yeni Cumhuriyette “Hilafetin ilgasından beri bize kalan şey Türk baskısıdır.” diye belirtiyordu. Zaten bu süreç dolayısıyla Mustafa Kemal de “Ümmetten bir millet yarattık!” diye övünecekti.

Mete Tunçay’ın tespitlerine göre 15 Nisan 1925 tarihinde bastırılan ayaklanma, Türk Hükümetine finansman ve insan kaybı bakımından “Kurtuluş Savaşı”na nispetle daha pahalıya mal olmuştu. Mustafa Kemal bu kalkışmayı dış güçlere karşı “dinci-şeriatçı-gerici” bir isyan; iç kamuoyuna karşı da İngiliz kışkırtmasıyla başlayan “Kürtçü-bölücü” bir hareket olarak takdim etmeye çalışmıştı.

Mete Tunçay’a göre resmi ideolojinin ileri sürdüğü ve ilerlemeci sol çevrelerin de benimsediği, bu ayaklanmaya İngiliz kışkırtmalarının yol açtığı tezi, elle tutulabilir herhangi bir delile dayanmamaktaydı. Oysa iki taraftan da oluşturulan tüm sansüre rağmen Fransızlar Maraş ve Antep bölgelerinden çekilirken ellerindeki silahları Ankara Hükümetine bıraktıkları ve Şeyh Said ayaklanmasını bastırmak için hâkim oldukları Suriye sınırındaki demiryollarını asker ve silah sevkiyatı için kullandırdıkları; İtalyanların İskenderun limanı üzerinden Ankara’ya 40 bin askeri giydirecek bot, kaput ve iç giyim malzemesi yolladıkları; daha önceden de Kostantiniyye’den Ankara’ya silah sevkiyatına İngilizlerin göz yumduklarına dair resmi tarih kayıtları arasında bazı bilgilere rastlamak mümkün.

Ayrıca Şeyh Said isyanı ile Musul’un İngilizlere kaptırıldığı yorumları yapılmaktadır. Oysa bu kaybın nedeni Lozan Antlaşması sırasında İtilaf devletlerine verilen taahhütlerde aranmalıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bazı zengin okumuş Kürt aşiretlerinin çocuklarının yaptığı Jönkürtlük dışında Kürt kavmi ulusalcılık fikrinden uzaktı. İslami aidiyet ve birliktelik ruhunu sembolik de olsa hilafet kurumu ayakta tutuyordu. Musul Kürtleri, Ankara’yı İngiliz işgali altındaki Bağdat’a tercih ediyorlardı; çünkü Halife’ye yani İslam’a bağlılıkları ön plandaydı. Ama Musul sorunu çözüme kavuşturulmadan hilafetin kaldırılması; İslami aidiyetleri bir sorun olarak gören İngilizlerin işini rahatlattı ve Ankara’nın Musul tezine en önemli darbeyi indirdi.

İç kamuoyuna hareketin bölücü ve Kürtçü bir kalkışma olarak takdim edilmesindeki temel amaç da İslami grup ve cemaatlerden destek alınmasını engellemek olmuştur. Ama buna rağmen Şeyh Said’in kıyamına İslami hassasiyetlerinden dolayı katılanlar arasında bölgenin “Türk”/Oğuz asıllı ileri gelenleri de vardı. Kaldı ki Konya’dan bu ayaklanmayla bütünleşmek eğiliminde olan Nakşî yapılanmaların önünün kesildiği meselesi, Konya’da çalışan İstiklal Mahkemesi safahatından anlaşılmaktadır.

Kürtçülük suçlaması daha ziyade Şeyh Said’i Kürt ulusalcısı Kürdistan Azadi Cemiyeti ile irtibatlandırılarak kurulur. Azadi grubunun tasarladığı Kürt isyanı kış ayı çıktıktan sonra Nisan-Mayıs aylarında tasarlanıyordu. Oysa Şeyh Said ayaklanması karın dağları ve ovaları kapladığı Şubat ayında gerçekleşmişti. Ayrıca Said, mahkemede verdiği ifadesinde Azadi hareketinin liderlerinden Cibranlı Halit Bey’in fikirlerinden haberdar olduğunu ama tartıştığı; Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey’in ise ziyaretine geldiği ve “Bir Kürdistan Hükümetini teşkil etmek üzereyiz.” dediği ama bu fikre karşı olduğu ve “Bu muhaldir -imkânsızdır-.” dediği aktarılmaktadır. Ayrıca Azadi Cemiyetinin Başkanı Cibranlı Halit Bey’in İstanbul’daki Diyarıbekirli Kürt ulusalcıları Bedirhanilerle, Baban aşireti fertleriyle bir diyalog ve irtibatına rastlanmamaktadır. Yine Diyarbakırlı Cemilpaşazade aşiretinden Kürtçü Ekrem Bey’e göre, Azad Cemiyetinin ikinci önemli kişisi Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, “çok taşkın ve çok hayalperest biri”dir.

Hikmet Kıvılcımlı ise kitlelerin ve ezilen Kürdistan köylüsünün sosyalizme yönelen potansiyelini keşfetmeye çalışır. İsyanların en büyük sebebinin Kemalizm’e duyulan tepki olduğunu belirtir. “Aldanma” ve “kandırılma” ifadelerini yersiz bulur. Etki gücü sıfır olmasa da “şeyhin sarığı, seyidin üfürüğü, derebeyinin saltanatı”nın bu isyandaki maddi özü oluşturamayacağını iddia eder. O da ilerlemeci bir mantığa sahiptir. Ama Kemalizm’e tutunan sosyalistleri (Kadrocuları) kuyruk sallayıcılar olarak suçlar.

Şeyh Said’in yeni rejimin İslami hayatı bölen yaklaşımlarına itirazını, anın fıkhı içinde “emri bil maruf nehyi anil münker” ilahi kaidesinin ve Resulullah (s)’den rivayet edilen “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, gücünüz yetmiyorsa sözünüzle düzeltin; onu da yapamazsanız buğz edin” hadisinin ameli algı biçimiyle değerlendirmemiz gerekir.

[5]Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, Düşün Yayınları, İstanbul 2009, s. 608.

[6] Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 207.

[7] Abdülmelik Fırat, Dava Dergisi, Temmuz 1991, Sayı: 16.

[8] 1900’den 2000’e Kürtler, s. 26; Altan Tan, a.g.e., s. 226.

[9] Naci Kutlay, Kürt Kimliği Oluşum Süreci, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2012, 174-177.

[10]  İslamoğlu, a.g.e., s. 618.

[11] Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, s.386-391; Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, TTK Yayınları, Ankara, 1989, s. 243-256

[12] Hamit Bozarslan, “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zimmî Sözleşmeden Ayaklanmaya (1919-1925)”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der: Erik Jan Zürcher, İstanbul 2006, s. 115-117.

[13] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931, Yurt Yayınları, İstanbul, 1981, s. 161

[14] Tunçay, a.g.e., s. 131.

[15] Tan, a.g.e., s. 225.

[16] Tan,a.g.e., s. 222.

[17] Ekrem Cemilpaşa, Muhtasar Hayatım, Baybun Yayınları, İstanbul, 198, s. 54.

[18] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol, Sosyal İnsan Yayınları, Ankara, 2009, s. 223-252.

[19] Âl-i İmran, 3/104

[20] Müslim, Îmân, 78

 
 

Kaynak: Şeyh Said’in batılılaşma akımına tepkisi -2 - HAMZA TÜRKMEN