Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla kitap ehlinden ve özellikle İsrailoğullarından örnek verilmesi, onların hem Rabbimizin imtihan dünyasında bahşettiği nimetlerin değerini bilmemeleriyle, hem de yaşanmış nankörlüklerinin ve müstağniliklerinin sonucunda nasıl bir akıbetle karşılaşacakları konusunun hatırlatılmasıyla ilgili görülebilir. Örneğin Maide sûresinde şöyle buyurulmaktadır:
“İsrâiloğulları'ndan kâfir olanlar hem Dâvûd hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi, onların Allah'a isyan etmeleri ve haddi aşıyor olmalarıydı. - Onlar, yapmakta oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yaptıkları işler gerçekten ne kadar kötü idi.” (5/78-79)
Davut (a), İsrailoğullarının Cumartesi gününde getirilen sınırlamalara tecavüz edenlere veyahut genelde her türlü sınırlamalara tecavüz edip haddi aşan isyankarlara lanet etmiştir. Daha sonra onlardan gönderilen son resul İsa (a) da onların, Lut (a)’ın kavmi gibi hududullahı aşmalarını lanetlemiştir. Lanet, Allah’ın kızmasını ve öfkesini ifade eden en sert sözdür. Çünkü ayette belirtildiği gibi “Onlar haddi aşıyorlardı.”
Allah, o isyanı yani haddi aşmayı, kendi çizdiği sınırlara sürekli tecavüz etmelerinin ve bunda ısrarcı olmalarının sebebini şöyle açıklıyordu: “Yapmakta oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.” Yani içlerinde kötülük işleyenler olduğunda onları ve birbirlerini uyarmıyorlardı. Rahmetli Reşid Rıza “Manar Tefsiri”nde diyor ki: “Allah, onlar gibi yapmasınlar ve aynı duruma düşmesinler diye bu ikazı Elçisi Muhammed’e ve müminlere bildiriyor. Aynı şeyleri yaparlarsa onların başına geldiği gibi müminlerin başına da Allah’ın laneti ve gazabı gelir. Bu nedenle Âl-i İmran sûresinde belirtilen “Emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker” (3/104) emrinin uygulama yollarının ne olması gerektiğini istişari temelde sürekli gündemde tutmalıyız.
Fıtri-insani ve vahyi değerler olarak iflas etmiş bir çağda yaşıyoruz. Gazze’de insanlık katlediliyor. Türkiye’de Batıcı ve melez kimlikli gürühta da; Batı’da mutlak haz, tüketim ve konfor peşine düşen büyük kitlelerde de “evrensel insan hakları” söyleminin sadece bir anlatı olduğunu hep birlikte izliyoruz. Vahiyden uzak ve fıtri değerlerden kopmuş bu hayat felsefesi eğlenceyi, lüksü ve her türlü aykırı hazzı teşvik edip yaygınlaştırıyor. Bir tarafta Gazze’de nesillerimiz vahşice bombalanıyor, diğer taraftan nesillerimiz seküler hayat tarzının, ifsadın ve ahlaksızlığın içine çekilerek çürütülmeye çalışılıyor. Batılı zihinlerin katliamları zevkle izlemesi gibi, teşhircilik anlamında bedenlere ve haya anlayışına ihanet hali de Batı için yeni bir ahlak ya da ahlaksızlık trenti…
Oysa hayatımızı tutarlı, fıtrî veya anlamlı ilişki tarzları ve giyim adabı ile devam ettirmenin ölçü ve değeri, nefsi eğilimlere, AVM’ler pazarının reklam kışkırtmalarına veya liberal ekonominin toplumsal mühendisleri tarafından ikide bir değiştirilen moda vari giyinme tarzlarına göre değil; Rabbimizin ilettiği vahyi anlam ölçülerininin en güzel uygulayıcısı Resul-ü Ekrem’in işaret ettiği hayat tarzlarıyla değer bulmalıdır.
Değer’i kimin tayin ettiği, hayat ve dünya görüşümüzle veya inancımızla alakalıdır. Değer; şerri de hayrı da, “fucr”u da “takva”yı da (Şems, 91/8) yaratan ve fıtratımızı en iyi bilen Yaratıcımız olan Allah’ın bizlere ilettiği hak olan vahyi ölçülerle anlamını bulur.
Yönetilen veya yönetici olan insanın sınırlı aklı ile hevasına, sınırsız hazlarına ve özgürlük anlayışına göre “değer”i veya “hak” olanı belirlemeye yeltenmesi veya ben-merkezci müstağni otoritelerin belirlediği eğreti yaklaşımları taklit etmesi ya da iradesiz hayvanlar gibi “ne olursa o gider” anlayışı içinde kendini beşeri söylemlerin önünde sürüklenmeye bırakması ise bâtılı, ifsadı, anlamsızlığı, fesadı, çözülme ve fıtrata yabancılaşmayı getirir.
Dünyalık ilişkilerine haz ve zevk derinliği katabilmek veya dünyalık temini için hakim kültüre veya kışkırtılan modaya göre müstehcen, salaş veya na-tesettür giyim tarzı -ki Ahzab sûresi 22. ayette aykırı giyim tarzına “cahiliye” denmektedir- veya profan yani dini olmayan ilişkiler fıtrattan ve insan olma değerlerinden yabancılaşmayı getiren yozlaşmalardır.
Yozlaşma veya yabancılaşma, insanın fıtratına, “Allah’ı birleme” (A’raf, 7/172) özelliğine yani kalbine uzaklaşmasıdır. Yani önce insanın kendi kendisiyle kavgası ve sonra açığa düşüp hayatla ilgili anlamı yitirmesi, Kur’an’daki ifadesiyle maymunlaşması yani hayvanlaşmasıdır. Araf sûresinde öyle denir: “Artık o yasaklandıkları şeylerden dolayı kızıp haddi aşmaya başladıkları zaman onlara: ‘Aşağılık maymunlar gibi olun!’ dedik.” (7/166)
İnsan hayatının anlamı ve bütünlüğü ancak mutlak ilim ifade eden vahye tabi olunması ve bu konuda “alemlere rahmet olarak” (21/107) gönderilen Resulullah (s)’in hayatla ilgili uygulamalarının ölçülerine uyulmasıyla sağlanır. Bu istikamete girmeyen insanların azgınlaşması, zulme ve adaletsizliğe, teşhirciliğe sapması veya içe kapanıp yalnızlık bunalımına düşmesi kaçınılmazdır. Fikir ve amelleri vahiyle bütünleşmeyen bir insanın içine düştüğü boşluğu kendi gerçekliğini veya fıtratını unutarak ya da kavrama çabası göstermeyerek; veyahut vücuduna dövme yaptırarak, mahrem ve müstehcen yerlerini sergileyerek veya vandal ve küstah tavırlar sergileyerek insanların dikkatini çekmeye çalışan bir teşhircilikle gidereceğini sanması, kapitalist cahili çağın uyuşturucu etkisinin bir sonucudur.
Özellikle dünyada egemenlik mücadelesi veren “Karun” ve “Haman”lık eğilimindeki azınlık hakim bir yönetici sınıf, aynı Adem (a) ve eşini ayartarak Allah’ın sınırlarını aşmaya yönelten “şeytan” gibi (7/27) fıtratla, vahiyle ilgili değerleri saptırıp zihinleri çürüterek insanlığı, özellikle genç kuşakları sürüleştirmek, “birey olmak ve sınırsız özgürlük” sloganlarıyla insanlığı batıl ideolojilerin veya satış mağazalarının ve meyhanelerin, birahanelerin bağımlı müşterileri yapmaya çalışmaktadırlar. Bu şeytani modern dijital çağ, hayat tarzı olarak gönüllü köleliği veya sürüleşme pazarını yaygınlaştırmaktadır.
Kur’an’da “gayba taş atma” (34/53) ifadesiyle kınanan felsefik kurgular veya bilinemezci felsefeler ya da korunmuş Kur’an hakkında dünkü müşrikler gibi onun “insan sözü” (74/25) olduğunu ifade eden çağdaş müşrikler veya vahyi “kelimeleri yerinden kaydırıp çarpıtmaya” (5/13) çalışan Kur’an tarihselcileri öncelikle vahyin belirlediği “evrensel değeri” öldürmeye çalışıyorlar.
Tatil ve plaj modasından, futbol holiganizmine, giyim-kuşam modasından dans ve aykırı müzik modasına, fıtri aykırılıklarla teşvik edilen flört modasına kadar sapma ve yozlaşma otobanına çekilen insanlarımız maalesefki çağımız Haman ve Karunları tarafından sürüleştiriliyor, tuğyana sürükleniyor. Sürüleşen bu insanların en önemli kaybı, ya Yaratıcımızın mesajını tanımamaları veya gereği gibi İslam ile tanışmaması nedeniyle fahşa içerikli hakim piyasa kültürünce dünyaya egemen hale gelen kapitalist cahili hayatın anaforuna kapılmalarıyla gerçekleşiyor.
Osmanlı dönemindeki mağlubiyetlere çare olarak Kur’an ve bağlayıcı Sünnet doğrultusunda “Ey iman edenler! Yeniden Allah’a, Resulüne, Resül’e indirilen Kitaba ve daha önce indirilmiş Kitaplara iman edin” (4/136) emri istikametinde yeniden İslamlaşıp ümmet yapımızı ıslah, ihya ve diriltmek yerine, çözümü Avrupa’yı taklitte gören devlet ricali ve seyfiye, kalemiyye hatta ilmiye sınıfı düşmanın gücü karşısında güç oluşturacak yolları bulacaklarına; saraylar, kasırlar, lale ve safahat bahçeleri oluşturdular. Çocuklarına Fransız mürebbiler tutarak, Padişahlardan başlamak üzere içkili balolara iştirak ederek müfsit toplumsal çözülmeyi başlattılar. Böyle bir zemini kullanan ve Cumhuriyet rejimini çözüm olarak İslam’dan uzaklaştırmanın aracı yapan Kemalist resmi ideoloji “balık baştan kokar” değişi bağlamında bugünkü İslamofobi azgınlığının da; balolar ve güzellik yarışmalarıyla teşvik edilen açık-saçıklık ve fahşa ilişkilerin de başlıca mesebbibidir. Bu müfsid Batılı hayat ve felsefe tarzına karşı çıktığımız kadar, Anayasanın değiştirilemez denilen ilk dört maddesiyle biçimlendirilen Milli eğitim sisteminin ve fahşa kültürünün hakim olduğu dijital çağın yönlendirmelerine karşı iktidara tevhidi ilkeler hakim değilse de içinde yaşadığımız ve büyük çoğunluğu kendini İslam’a nispet eden, cenazesini musalla taşına getiren insanlarımızı da uyarma yollarını ve dinamiğini oluşturmalıyız.
Sosyal ve kültürel çürümeye, hertürlü ifsada ve zulme karşı seyirci kalırsak bizlerde hayıflanılacak seyredilenlerden oluruz. Ebû Davut, Tirmizî ve İbn Mâce’nin ibn Mesud (r)’dan naklettikleri bir hadiste Resulullah (s)’in şöyle dediği bildirilir: “İsrailoğullarının arasına giren ilk noksanlık şu idi: Adam adamla karşılaşıyor ve ‘Ey falan Allah’tan kork ve yaptığını bırak, bu sana helal değildir.’ diyordu. Sonra ertesi gün onunla karşılaşıyor ve aynı kötülüğü yapmasına ses çıkarmıyor; oturup onunla yemek yiyip içiyordu. Onlar böyle yapar hale gelince onların kalpleri birbirine benzedi.” Resulüllah yukarıda geçen ayeti okuduktan sonra şöyle dedi: “Asla. Vallahi iyiliği emredeceksiniz ve kötülükten men edeceksiniz. Sonra zalime kesinlikle mani olacaksınız ve onu hakka tam itaat ettireceksiniz. Ya onu hakka çağıracaksınız ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetecek ve sonra da onlara lanet ettiği gibi size de lanet edecektir.”
İslam inzivaya değil hayata dönük bir dindir. Dolayısıyla cahili sistem içinde de bulunsak aile efradımızdan başlamak üzere diyalog içinde bulunduğumuz herkese hakkı gösterip pislikten hicret etmelerini teklifle yükümlüyüz. Tabii ki sözü bedevice, kaba ve küstah bir şekilde değil en güzel şekilde söylemeliyiz. Temas ve tearuf içinde olduğumuz veya “Ya eyyühel nas” diyebildiğimiz insanlar için “Her koyun kendi bacağından asılır” veya “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyemeyiz. Çünkü “Emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker” emri bizlere yerel ve küresel fahşaya ve zulme karşı tavır almak ve istişari temelde tavır geliştirmek mükellefiyeti yükler. Hayasızlığa, edepsizliğe ve çıplaklığa tavır almamız namazımız, orucumuz gibi vazgeçemeyeceğimiz bir farzdır.
Laik veya seküler bir düzende yaşıyoruz. İslami hüküm ve emirler vicdana veya özel hayatlara sıkıştırılmak isteniyor. Modernliğin ölçüsü, hangi münker halt işlenirse işlensin bireylerin özgürlüğüne karışmamak şeklindedir. Münker dışa yansısa da “herkesin özel hayatı kendinedir, karışılamaz” denilebilmektedir. Böylece seyyielere tahammül toplumsal örf haline getirilmeye çalışılmaktadır. Böyle olunca da bir kötülükle, münker bir tavır, söz veya giyim tarzıyla karşılaşılınca “özel hayat”, “herkesin günahı kendine” denip elle, hatta dille müdahale edinme yoluna gidilmiyor. Fahşa tavırlara müdahale edenlere kendini Müslim kabul edenler bile “onların özel hayatı karışmayın” tarzında münkeri görmek istemeyen söz ve tavırlar olabiliyor. İfsat karşısında şu veya bu sebeple suskunluk münkerin/kötülüğün kanıksanmasına, giderekte içselleşmesine sebep olabiliyor. Zaten İsrailoğullarının başına gelen musibetlere de bu tarz tutumlar sonucu gelinmiştir.
Resulullah (s)’den İmam-ı Müslim’in, Ebû Davut’un, Tırmizi’nin aktardığı bir hadise göre “Bir kötülük gördüğümüzde onu elimizle, gücümüz yetmiyorsa dilimizle düzeltmeliyiz,” eğer ona da gücümüz yetmiyorsa hiç olmazsa “buğz ederek” (Müslim, Îmân, 78) o kötülükten beri olduğumuzu göstermeli, onların meclisine de sofrasına da oturmamalıyız. Dolayısıyla kötülüğü kabullenmeye değil, kötülüğü gidermeye, düzeltip ıslah etmeye çalışmalıyız. Bu konuda hükümeti tavır almaya zorlamalıyız.
Şeytanla ve her türlü tuğyanla mücadeleyi erteleyemeyiz ve unutamayız. Çünkü Rabbimiz şeytanı lanetlediği zaman o da “Yemin ederim ki, kullarından bir pay edineceğim" demişti. Nisa sûresinde bu yükümlülüğümüz çok açıktır: “Onları kesinlikle saptıracağım, kesinlikle beklentilere sokacağım. Onlara mutlaka emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Mutlaka emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler. (Ey insanlar!) Sizden kim şeytanı, kendine Allah'tan daha yakın sayarsa apaçık bir hüsrana uğramış olur.” (4/119)
İman edenlerin görevi “Kendini ve ehlini, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korumaktır.” (66/6) Rabbimiz bizi her türlü zulme, fesada ve fahşaya karşı hududullahı koruyan murabıtlardan; şahid ve iffetli mücahidlerden ve muslihlerden eylesin.
Kaynak: Teşhirciliğe ve yozlaşmaya karşı ahlakı ve değeri kim belirleyebilir? - HAMZA TÜRKMEN