Vahyi hitabın üzerini örtmek isteyen kafirlerin isteği doğrultusunda Kur’an bir seferde değil de; insanlar iyice anlasınlar diye tertilen indirilişi Allah’ın insanlara bir lütfu, ikrami ve rahmetidir. Furkan sûresinde şöyle denilmiştir: “Kafirler: ‘Kur'an ona bir defada ve topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Oysaki bu, onu kalbine iyice yerleştirelim diyedir. Onu düzenli bir şekilde pekiştirerek / tertilen indirdik.”(25/32)
Yasin sûresinde de “Aziz ve Rahim olanın tenziliyle” (36/5) dendiği gibi vahiy, Resulullah’ın kalbine iyice yerleşşin ve Kur’an’ın muhatapları da iyice kavrasın diye tenziliyetle / peyderpey indirilmiştir. Müfessirlerimiz Kur’an’ın peyderpey / tedrici olarak semadan aşağıya indirilmesinin tenzil ifadesiyle kullanıldığını belirtmişlerdir.
Resul-u Ekrem aynı zamanda bir beşerdir. Beşer olarak idrakine aktarılan ayetler hakkında telaşlanıp onları bir an önce özümseyerek ezberleme çabasına dair Kıyame sûresinde deniliyordu ki: “Vahyi ezberlemek için dilini acele kıpırdatma; çünkü onun derlenip toplanması Bize aittir” (75/16-17) Yani bu bizim kudretimizde ki, Allah’ın kudretinde ki müciz bir haldir. Zaten Ala sûresinde de “Sana okutacağız, bir daha unutmayacaksın” (87/6) buyurulmaktadır. İşte Resul (s)’de ve Resulden sonra da böylesine korunmuş kesin olan mevsuk bir kitaba inanıyoruz. Dolayısı ile işin başında Kur’an’ın ilahi ve korunmuş bir kitap olduğuna, mutlak ilim ifade ettiğine “tedebbür” ederek (4/82) yakînî bir kabul ve iman beslemek asıldır.
Kur’an’ın tedricen indirildiği birçok ayette olduğu gibi bu konu İsra sûresinde de açık bir şekilde anlatılmaktadır. “Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu tenzilen / safha safha indirdik.” (17/106)
Kur’an’ın tenzilen / peyderpey indirilmesiyle müfessirlerimiz kapasitesi sınırlı olan insan zihninin ancak böyle tedrici bir metodla vahyin rehberliğinden istifade edebilecekleri üzerinde durmuşlardır.
Bunu günlük hayatımızda da görebiliriz. Kur’an’da yer alan hükümlere; tavsiyelere ve helallere ayrıca yasaklara veya haramlara bir anda muhatap olan insan, bu hükümleri kavrayıp hayata taşıması noktasında zorlanabilir. Vahyin tedrici veya peyderpey indirilmesi vahyin ilk muhataplarına ilahi ve vakii hakikatın kavranması kolaylığını, ayrıca hak ve adalet ölçülerine kavuşma heyecanını vermişti. Hem de ideal insan ve şüheda toplumu olma görevini göstermiş ve bu hedefin azmini kuvvetlendirmişti.
Ali İmran suresinde “Kur’an öğreniminde talim ve tedris” (3/79) eğitiminden bahsetmektedir. Tertilen Kur’an okuma ve anlama eğitimi insanlığa kurtuluş yolunu ve hedefini göstermektedir. Kur’an, her zaman ve mekanda muhataplarının seviyelerine göre sunulmalı ve onları ebedi saadet yoluna yöneltmelidir. İslam’a iman edip Kur’an merkezli bir eğitim alma seviyesine gelemeyenleri, kalbi İslam’a ısınmışlar olarak değerlendirebiliriz. Ama Kur’an ve İslami esaslarla ilgili eğitim almış onbinlerce insanın bugünkü ataletini, dünyevileşme eğilimlerini, İslami ceht ve azimleri yerine sürekli hayıflanan, tali veya malayani konulara yönelen ya da sürekli hallerinden şikayetçi olan ve bahaneler üreten yaklaşımlarını nasıl izah edeceğiz?
Müzemmil ve Yusuf sûrelerinde belirtildiği gibi nasıl ki “Resul ve Resulle birlikte olanlar gecenin belli vakitlerinde ayakta durup tertilen Kur’an okuyorlar” ise ve yine aynı kalıpla “Resul ve Resulle birlikte olanlar basiret üzere insanları hakka davet ediyorlar” ise (73/20; 12/108) bizlerin de eğitim faaliyetleri muhatapların seviyelerine göre ve içinde bulunulan toplumsal ve siyasi şartlara göre İslamî bütünlüğü kavramış ve onu temsil edebilecek veya Müslümanların maslahatı ile ilgili şura ehli olabilecek öncülerimizin istişari çabalarıyla gerçekleşmelidir. Bu konudaki nakısalar hepimizin eksikliğidir. Nasıl ki “salat” ibadetimiz, “emr-i bil maruf nehyi anil münker” görevimiz ölünceye kadar devam eden bir kulluk ödevi ise; Kur’an’ı okuma, anlama ve bildiklerimizi tanıklaştırma görevi de, afakta ki ve enfüsteki ayetleri – gelişmeleri okuyup tahkik etme ve çözümler bulma görevi de ölünceye kadar devam eden, emeklilik ve tatil kabul etmeyen görevlerdendir. Bu konuda dünden bugüne örneklik oluşturan maruf örfü ön plana çıkartmalı, Sıddıkların, Şühedanın, Salihlerin hikmet dolu yolunu canlandırabilmeliyiz.
Eğitimin yaşı, çocuğun ateş ile suyun fiziki özelliklerini kavramaya başladığı temyiz gücüne adım atmasıyla başlar. Ama İslami çalışmalar yapmış, evlenmiş, iş-güç sahibi olmuş, çoluk çocuğa karışmış birçok kardeşimizin hayatı hele çocukları ülkelerimize hakim olan kapitalist hayat tarzı ve eğitimi ile kuşatılıyor. Gelenek-görenek adıyla büyük bir müfsid hayat tarzı bizi kuşatmaya çalışıyorlar.
Bizler dahil tüm Müslümanların çocukları ana okulundan, zorunlu ilk okula; orta ve lise eğitimine kadar fıtrat ve vahiy karşıtı resmi ideoloji ile şartlandık ve şartlanıyoruz. Her ne kadar Müslümanlar alternatif eğitim mekanizmaları oluştursa da askeri kışladan, AVM vitrinlerine, sosyal medyaya kadar kapitalist medeniyetin ifsad edici atmosferi, telkinleri ve ideolojik saldırısı altındayız. Hislerimizin, arzularımızın, bilinç altımızın bu kirlilikten ne kadar arınabildiği / hicret edebildiği ciddi bir muhasebe konusudur.
Türkiye toplumu olarak bizleri karanlıktan kurtardığını iddia eden 100 yıllık Jön Türk artığı Garpzede bir cunta, 1928’e kadar “Dini İslamdır” maddesini taşıyan Kanuni Esasi’yi anayasa kılmasına rağmen; 1923 Lozan Anlaşması gereği Osmanlı kanunlarını Avrupa kanunlarıyla değiştirdi; Kur’an harflerinden oluşan asıl yazı dilimiz yerine Latince harfleri Devrim söylemiyle halka dayattı; medreseleri kapatıp Hilafet algısını tasfiye etti ve 1937 de tüm eğitim ve yönetim kademelerinde laikliği getirip ezanın Türkçe okunuşu gibi korunmuş ve Arapça olan Kur’an’ın asliyetini değiştirmeye kalkıştı, bunlara itiraz eden binlerce dava adamı büyüğümüzü idam edip yüzbinlercesini sürgünlere yolladı. Bugün halkın temsilcisi olarak Meclis’e girmenin imkânı bile bu resmi ideoloji veya Kemalist ideolojinin kutsalları üzerine yemin etmeye bağlı.
Müslümanlardan takiyye deyip Kemalist ideoloji üzerine yemin hüllesi yapanlardan birçoğunun çocuklarının daha sonra şirk içeren resmi ideolojiyi içselleştirdiğini görebiliyoruz. Bu müfsid örften veya gelenekten arınabilmek, elbisemize sıçrayan pisliği temizleyebilmek, büyük bir kimliksel hicreti gerektiriyor.
Kendi maruf örfümüzün veya modern ifadesiyle maruf geleneğimizin üzerine sıçrayan kirleri temizlemeli ve maruf olanı açığa çıkartmalıyız. Kendi maruf örfümüzü ancak var kalma savaşı yürüttüğümüz fiili çatışma ortamlarında kısmen Filistin’de, Gazze’de, Afganistan’da, Suriye’de oluşturabildik.
Onlar da sadece İslami bilinç ve yeterlilikle Allah’ın rızasını kazanmak, ismini yüceltmek / İ’lay-ı kelimetullah özgünlüğünde bir yeniden varoluş, yeniden inşadan çok; daha ziyade Zaruret-i Hamse yani can, mal, namus, toprak, din emniyeti için cihad yapan bir var kalış mücadelesini ifade ediyorlar. Ama kendi şartlarında İslam’ı öğrenme ve yaşama konusunda hepimizden daha zinde ve daha özgün bir yol takip ediyorlar.
Gazze’de, Afganistan’da, Suriye’de, Somali’de, Bengladeş’te ve diğer müztezaf düşmüş bölgelerimizdeki yetimhaneler ve küçük medreselerde Allah’ın Kitabı’na Resul’ün Sünnetine göre pratik hayat bilgisi ve beceri eğitimi yanında çocuklarımız rüşte erdiklerinde tedebbür ederek tahkiki imana ermeleri şartıyla çok zor şartlarda Kur’an ve hafızlık eğitimi alıyorlar.
Bu diyarlarda çocuklarımızın veya insanlarımızın eğitimi Kur’an’la başlarken anın şartları ve fıkhı ile de doğrudan ilgilenmiş oluyorlar. En büyük avantajları da okudukları Kitab’ın ana diline vakıf olmaları. Gazzeli çocuklardan canlı yayınlarda çok duyduk. Yaşadıkları şartlara tekabül eden ayetleri veya ayet parçalarını hemencecik söylüyorlardı: Kuşatılmışlık altında bombalanırken “Hasbinallahu ve nimel vekil / Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” (3/173) diyorlardı. Açlıkla ve korkuyla imtihan olurken varlık içinde yokluk veya çaresizlik psikolojisine gark olmuş bizlere ders veriyorlar ve “La tahzen innellahe meana / Üzülme şüphesiz Allah bizimle” (9/40) diyorlardı. Çünkü onlar Enfal sûresinde belirtildiği gibi küffara karşı Allah’a dayanıp “iman ediyor, hicret ediyor, mücadele ediyor” (8/74) ve böylece bu dünyada da ahirette de kazanan müminlerden oluyorlar. Onlar zor şartlarda özgün eğitim almış, ağır bombardıman altında bir avuç toprak parçasında aldıkları itikadi, fikri, siyasi ve teknik eğitimle dünyanın dev savaş mekanizmalarını durdurma zaferine ulaşmış bir neslin, İslami mücadelenin küçük generalleri ve mürşidleri olarak yetişiyorlar. Zaten yaşadıkları şartları aşma ve mücadele azmi, onları dünya hırslarını yüklenme hamallığından koruyor.
Müminler için Allah’ın rızasını ve hayatın sonrasını yani ahireti kazanmak için Allah’a gereğince kul olup Hud sûresinde belirtildiği gibi “yeryüzünü imar ve ıslah etmek imtihanı”nı (11/81) kazanmak kaçınılmaz. Enes bin Malik’ten gelen bir rivayette Resul-ü Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kaygısı büyük olan insan, hem dünya hem ahiret işlerine önem veren mümin insandır.” (İbn Mâce, Ticaret, 21) Buhari’nin aktardığı başka bir hadiste de “Dünya Ahiretin tarlasıdır” (Buhari, Rikâk, 3) denilmektedir.
Yeryüzünü kulluk bilinci içinde imar etmeye çalışanlar, dünyadaki helal kazançlarını ahiret için değerlendirirler. Kazançlarından işe yarar tarzda infak etmekten ve zekat yükümlülüklerinden cimrilik etmezler. Kazançlarıyla İslami mücadeleye hazırlık ve mücadeleyi yükseltmek için harcama yapmaktan çekinmezler. Kazançlarındaki ümmetin hakkı, fakir fukaranın ve sailin ihtiyaçları karşısında sağır ve kör kesilmezler.
Kur’an’ın tedrici yöntemi, aslında insanın hayatının her safhasında baş vuracağı ilahi bir yöntemdir. En’am sûresinde de beyan edildiği üzere “O, size Kitap'ı mufassal / açıklanmış olarak indirmişken, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?...” (6/114) diyen Resul-ü Ekrem’in hutbelerinin büyük çoğunluğunun, elimizdeki kaynaklara ve onun hutbelerini derleyen araştırmacılara müracaat ettiğimizde Kur’an ayetlerinden oluştuğunu görüyoruz.
Ayrıca Resul-ü Ekrem büyük ölçüde Kur’an ayetlerini diğer ayetlerle tefsir ediyordu. Mesela İmam Buhari, Sahih’inde ayetlerle açıklanan şu hadisi rivayet ediyor: “Enam sûresindeki şu ayet nazil olunca sahabe hemen ona müracaat ederek ayetin mesajındaki maksadı sormuşlardı. Ayette deniliyordu ki: ‘İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar varya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır. Bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.’(6/82) Bu ayet nazil olunca sahabe endişelendi ve Resulullah’a müracaat ederek dediler ki: ‘İçimizde zulmetmeyen kim var ki ya Resulullhah?’ Resul-ü Ekrem sahabenin bu endişesini Kur’an’dan başka bir ayet okuyarak giderip açıkladı: ‘Siz Kur’an’da Lokman’ın oğluna olan şu vasiyetini okumadınız mı? O demişti ki: ‘ Evladım sakın Allah’a şirk koşma, çünkü şirk elbette büyük bir günahtır.’ (31/13)” (Buhari, Tefsir, 20)İşte Resulullah (s) yeterince anlaşılmayan ayeti, bir başka ayet ile böyle açıklamıştı.
Tabii ki Kur’an’ın “Mübin” / açıklamaya ihtiyaç duyulmayacak bir kitap olduğu çoğu zaman yanlış anlaşılmıştır. Bu umde Kur’an’ın teknik tefsir tarzlarıyla alakalı değil; bugün şehadetinin 59. Yıl dönümü olan rahmetli Seyyid Kutub’un “Fî Zilal-i Kur’an”da gösterdiği gibi Kur’an’ın, vahyin gölgesinde veya ışığında günlük olayları ve cahili kuşatmaları aşmak için anlaşılması ve örneklendirilmesi demektir.
Ancak Kur’an’ın ilk muhataplarından sonra İslam coğrafyasının genişlemesiyle problemler çeşitlenmiştir. Başka kültür ve medeniyetlerle karşılaşıldığında yeni izahlar gerekmiştir. Rahmetli Mevdudi’nin “Kur’an’a Göre Dört Terim”de gösterdiği gibi Arap dilinin gittikçe ilk zamanlardaki duruluğundan uzaklaşması Kur’an ifadelerinin uzmanlarınca tefsir ve teviline daha çok ihtiyaç oluşturmuştur.
Bu tür problemler karşısında Kur’an’daki gaybi bildirimler dışında, uygulama ile ilgili (insanın Yaratıcısına yönelik, diğer insanlarla, nefsiyle, tabiatla ibadi) ilişkilerde zaten Resulullah’ın örnek alınacak yegane rehber olarak kılavuz tutulması; ayrıca Nisa sûresinde belirtildiği gibi “korku ve güvene dair meselelerin (şuraya ehil) ulu’l-emre(heyetine) götürülmesi” (4/83) mükellefiyeti Kitab-ı Kerim’de açıklanıyor.
Resulullah’ın Kur’an hükümlerinin uygulanmasında “üsve-i hasene” (33/21) olduğunu, onun İslam’ın yaşanmasında “Şüheda”ya şahitlik / “şehidlik” yaptığını (2/143), ona “Kitab” ile beraber “Hikmet” verildiğini (4/113), uygulamaları için doğrudan vahiyle yönlendirildiği ve uyarıldığını (17/110) bize Mübin olan Kur’an-ı Kerim açıklamaktadır. Dolayısıyla ayetlerin nüzul sebebini ve illetlerini en iyi Resul-ü Ekrem bilmektedir ve ona verilen “beyan” (14/4) yetkisi de, onun uygulamaları ile irtibatlıdır.
Kur’an’ın etüdünde teknik tefsir konuları tâlî, Kur’an’ın itikadi ve ameli cahili sorunlar içindeki ilk muhataplarına hitabı ve bu hitaba göre yapılan sosyal şahidlik ise asıldır. Bu aslı Gazzeli kardeşlerimiz yaşıyor. Rabbimiz kendi şartlarımızda kuşatıldığımız cahiliyeye karşı bizlere de, Kur’an’ın gölgesinde bir hayat mücadelesi ve Şühedalığı nasip eylesin.
Kaynak: Vahyin tenziliyetinin yönlendirdiği mücadele ve şahidlik - HAMZA TÜRKMEN