Modernleşme süreci, Batı’nın bilim, sanayi, ekonomi ve askerî alanda üstünlüğü tamamen ele geçirdiği; buna mukabil, İslam coğrafyasının dağıldığı, fiilî işgal ve sömürüye uğradığı, hafızasının silindiği bir dönemin adıdır. Hilafetin kaldırıldığı ve işgal edilen coğrafyamızda Batılıların gözetimi ve denetimi altında ulus-devletlerin tesis edildiği, siyasî alanda da yenilgimizin tescillendiği ve artık ümmet olarak — bırakın alternatifler oluşturmayı veya direnmeyi — ayakta kalmakta bile güçlük çektiğimiz meş’um bir süreç yaşadık ve hâlen de yaşamaya devam ediyoruz. Zira hilafetin kaldırılması, yalnızca bir siyasî kurumun ilga edilmesi değil; aynı zamanda Müslüman zihin dünyasında yüzyıllardır süren bir aidiyet biçiminin yıkılmasıydı.
Sancılarımız müşterek olduğu için iyi biliyoruz: Ümmet coğrafyasının hemen her tarafında kurulan ulus-devletler, sürecin doğasına uygun şekilde Batı’nın kalıplarına dökülerek bize zorla giydirildi. İslam milletinden ulusa rücu etmek ve artık onun gölgesinde var olmaya razı olmak, "muasır medeniyet seviyesine" yükselmenin yeni yol haritasıydı.
Oysa bu coğrafya hiçbir zaman suskun kalmadı. Sessizliğin içinde bile hep bir çığlık vardı. Etrafımıza çizilen sınırlara ve başımıza dikilen diktatörlere karşı, fiilî ve fikrî planda mukavemet çabaları lokal, kesintili ve dağınık olsa da hep devam etti. Küllerinden yeniden doğmanın umut ve heyecanı, Müslüman yüreklerde hiçbir zaman eksik olmadı. Kimi zaman bir serdengeçtinin kıyamında, kimi zaman bir mazlumun duasında; direnişin, yeniden dirilişin çığlığı hep yankılandı.
Bugün İslam coğrafyası hâlâ dağınık, hâlâ parçalı. Gazze başta olmak üzere ümmet coğrafyasının pek çok yerinde yürek yangınımız hâlâ devam ediyor belki ama coğrafyamızın farklı noktalarında başka hikâyeler yazılıyor. Dirilişin uğultusu artık yalnızca dualarda değil; Gazze’de sarsılmaz imanda, Afganistan’da gösterilen dirençte, Suriye’de sergilenen sabırda ve Bangladeş’te hafıza ile kurulan köprülerde ete kemiğe bürünüyor.
İslamî kimliğimizin ve ümmet anlayışımızın bir gereği olarak, dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanların kazancını kendi kazancımız olarak görür, buna seviniriz. Kayıplarını da kendi kaybımız olarak görüp buna üzülürüz. Bu çerçevede, Suriye’deki devrim; sadece Suriye halkının bir diktatörden kurtuluşu değil, aynı zamanda yeryüzünün değişik coğrafyalarında yaşayan diğer Müslümanlar için de büyük bir moral kaynağı, tüm mazlum halklar için bir meşale ve ışık oldu.
Halkın kendi tarihsel kökleriyle yeniden buluştuğu, aynı zamanda geleceği de inşa etmeye aday bir iradenin ifadesi olarak Suriye devrimi, İslamî kesim için büyük bir ufuk oluşturmuştur. Kim ne derse desin; ideallerimizle gerçekliğimiz arasındaki makasın kapanma sürecine girdiği, buna mukabil Batı’nın salt paradigmal anlamda değil, aynı zamanda bu paradigmayı üzerine bina ettiği kurumsal yapıların da çökmeye yüz tuttuğu bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Bu bağlamda, İslam dünyasında ortaya çıkan her diriliş hamlesi; hafıza kaybı yaşayan bir toplumun geleceğe dair söz söyleme iradesinin yeniden tecellisi, aynı zamanda küresel anlamda yankı bulan yeni bir medeniyet inşasının ayak sesleri olarak değerlendirilmelidir.
Suriye devrimi, aynı zamanda İslam dünyasında yeni bir siyaset tasavvurunun imkânına dair güçlü sorular sormamıza zemin hazırladı. Mevcut devlet biçimleri, otorite algıları ve toplumsal organizasyonlar, Batı’nın seküler siyaset anlayışına göre biçimlenmişken; Suriye’de halkın ortaya koyduğu irade, hem yerel hem de çoğulcu bir siyaset tahayyülünün İslamî bir anlayışla yeniden şekillendirilmesinin imkânları üzerinde düşünme fırsatı sundu. Suriye devrimiyle birlikte yeniden gündeme gelen İslamî devrim, klasik ideolojik kalıpların ötesinde, yeni bir siyasal tasavvur ve inşa sürecini beraberinde getirdi. Artık egemenliğin kimde olduğu değil, adaletin nasıl mümkün kılınacağı konuşuluyor.
Bugün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu asıl mesele, yalnızca siyasî ve askerî değil; çok daha derinlerde, insanın kendisini konumlandırma biçimiyle ilgili bir krizdir. Modernleşme süreciyle birlikte Müslüman bireyin anlam haritası yerinden oynamış; kutsal, kamusal alanın dışına itilmiş, tarih ise bir yük gibi omuzlara yığılmıştır. Gazze direnişi ve Suriye devrimi, bu anlamda yalnızca politik bir başkaldırı değil, aynı zamanda yeni bir düşünme tarzının, İslamî bir özne olma iddiasının da kıvılcımlarıdır.
Suriye ve Gazze’de bir avuç adanmış yüreğin gösterdiği hakikat şudur: Zulüm ve tuğyana karşı sergilenen tüm başkaldırılar, bu anlamda sadece bir başkaldırı değil; aynı zamanda Batı merkezli modernliğin evrensellik iddiasına karşı yükseltilmiş yerli ve ahlâkî bir ses, bir “medeniyet reddiyesi”dir. Bu yönüyle, Gazze başta olmak üzere İslam coğrafyasındaki tüm intifadalar bir yıkım süreci değil; bilakis, içerisinde yaşadığımız dünyanın çarpık ve zelil yüzünü gösteren, aynı zamanda yeni bir dünyanın mümkün olduğuna dair zihnimize ışık tutan yol haritalarımızdır.
Bu mücadeleler; tüm zaaflı ve eksik yönlerimize rağmen, küllerimizden yeniden doğma idealimizin bir nostaljiden ibaret olmadığına dair umudumuzu bir kat daha pekiştirmiştir. Bugün ümmet coğrafyasının farklı noktalarında filizlenen bu bilinç; yeni bir dil, yeni bir siyaset ve yeni bir medeniyet tahayyülünün tohumlarını içinde taşımaktadır.
Tarih, büyük dönüşümlerin her zaman sessiz çoğunluklardan, isimsiz öznelerden ve görünmez mücadelelerden doğduğunu göstermiştir. Suriye ve Gazze’de yaşananlar; zayıf düşmüş, yalnız bırakılmış halkların yalnızca mukavemet gücünü değil, aynı zamanda ahlâkî ve tarihsel sorumluluğa dayanan bir medeniyet tahayyülünü nasıl omuzladığını ortaya koymaktadır. Bu tahayyül, Batı'nın çöken yapılarının aksine sadece kurumsal değil, ruhsal bir yeniden inşa sürecinin de habercisidir.
Kaynak: Suriye ve Gazze bağlamında İslamî uyanışın kodları - M. HASİP YOKUŞ