Osmanlı Devleti'nin, Müslümanların elindeki bu büyük gücün içten ve dıştan, her alanda topyekûn saldırılarla dünya sahnesinden safdışı edilmek istendiğini idrak edip, bu tehlikeye karşı direnmeye çalışması açısından, son 300 yılın Osmanlı padişahları içinde, Hicrî- Rûmî 1292-1325 (milâdî-1876-1909) seneleri arasında, 33 yıl süren bir hükümranlık eden Sultan 2. Abdulhamîd, istisnaî bir konumdadır. Bununla, onun hatasız- günahsız sanıldığı anlaşılmamalıdır. İnsan ve hele de öyle büyük gaileli bir dönemde, büyük bir devleti yönetme sorumluluğunu taşıyan bir şahsiyet olursa, elbette 33 yıllık icraatın içinde ve sorumlusu olarak, suçlanmak mevkıindedir de.
Böyleyken, 1923 sonrasında dış ve iç şartların oluşturduğu (fiilî açıdan) Ankara Sultanlığı denilebilecek dönemde, neredeyse 80 yıl boyunca devamlı ve en çok -suçlanan değil-, lânetlenen Sultan'ın, 2. Abdulhamîd olması üzerinde hiç derinlemesine durup düşündük mü?
Eğer, 2. Abdulhamîd'in müstebid/ tek adam yönetimine bir suçlama yapılmak istendiğinden idiyse; 1923 sonrasında, 'Cumhuriyet' yani, 'halkın ekseriyetinin iradesi adına yönetim' denilerek getirilen uygulamalar, değil sadece 2. Abdulhamîd'in en ağır şekilde suçlandığı dönemin istibdat uygulamalarıyla, hiç bir Osmanlı yönetimiyle de rekabet edemez.. Üstelik de, 2. Abdulhamîd'in uygulamalarının sertliğinden söz edilecekse, bu, saltanat sisteminin mantığı açısından, o kadar da yadırganacak bir durum değildi. Ama, 1923 sonrası yapılanların, yeni sisteme adını veren 'Cumhuriyet' idare ve sistemi açısından savunulacak hiç bir tarafı yoktur.
Sözün bir noktaya da dikkati çekmekte fayda var: 2. Abdulhamîd'i ağır şekilde suçlayanların karşıtlıkları, onun bir diktatöryal yönetim kurmuş olmasından kaynaklanmıyordu. Sistemin adı zaten Saltanat /Sultanlık idi.
Ona dış dünyadan karşı çıkanlar, asırlardır, müslümanların elinde büyük bir güç merkezi olan Osmanlı'nın mezarını kazmak arzusunda olan, o günkü dünyanın egemen ve emperyal güçleriydi; içerde ise, ya hayal içinde olanlar, ya da beyinlerini, duygularını yaşayış tarz ve zevklerini o günün dünyasında imrenilen maddî gücü temsil eden Avrupa hayranlığı içinde, ruhlarını dış ve yabancı dünyalara kiralamış olanlardı.. (1930-50 arasının önde gelen eğitimcilerinden sayılan ve bir ara Maarif Vekilliği de yapmış olan Prof. Tahsin Banguoğlu, hele de 1908'deki 2. Meşrutiyet Hareketi'nden sonraki dönemde 'münevver/ aydın' sayılmanın gereklerini sorduğumuzda, tatlı bir şiveyle anlatırken, 'Az namaz, az oruç, içki içmek, dans bilmek ve de hanımlarda yüksek ökçeli ayakkabı..' şeklinde sıralardı, özel sohbetlerimizde. Ona, 'filanları yakından tanıdınız, üstad; onlar ateist miydi?' diye sorduğumuzda, 'Biliyorsunuz da, beni illâ beni de şahid tutmak istiyorsunuz..' diye nükteli bir cevap verdikten sonra, ciddîleşir, 'Bir şeyler idiler..' derdi.
Aslında, söyledikleri, Ziya Paşa'nın ondan 75 yıl öncelerde,
'Mösyö-pardon' diyerek eyler isen, feth-i kelâm/ (söze başlar isen)..
Denilir her sözüne, aynı keramet gibidir..'
veya,
'İslâm imiş devlet'e, pâ-bend-i terakki / (ilerlemenin ayak bağı)..
Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı..'
diyerek çizdiği tablonun tekrarıydı..
Ekleyelim ki, 2. Abdulhamîd için yapılan suçlamalardan birisi de, onun bir 'hafiyye' /gizli istihbarat teşkilatı kurmuş olmasıydı. Bugünkü hangi büyük devlet 'gizli istihbarat servisi' olmaksızın ayakta duruyor?
Ama, 2. Abdulhamîd'in tahttan indirilmesinden ve 10 sene sonra da Osmanlı'nın yerle bir edilmesini takiben, Ankara'da oluşturulan yeni yönetimin dârağaçlarını nasıl çalıştırdığını bilmek için, tek kurşun sıkılmadan, tek damla kan akıtılmadan, sadece bir iddia üzerine sergilenen 'İzmir Suikasti' yargılamalarını hatırlamak bile yeter.. Hele, dosyaları hâlâ da bütünüyle açılmayan İstiklal Mahkemeleri ve Menemen Hadisesi'nin gerçek iç yüzünü yeni nesiller, ne zaman ve nasıl öğrenecekler?
Ama, 2. Abdulhamîd ise, 33 yıl boyunca en güçlü muhaliflerini idâm ettirmiyor, pâyitaht dışında, devletin uzak köşelerine vazifeli olarak gönderiyordu.. Namık Kemal bile 'Midilli mutasarrıfı' (bir çeşit, vali/kaymakam derecesinde, yönetici) idi önceleri. O ve nice benzerlerinin de, Saray'a gönderdikleri jurnalleri/ ihbarları ve çocuklarının Avrupa'da tahsil görmeleri için, 'kise-i şahâne'den yardım edilmesi için yakarışları'nın belgeleri çoook sonraları yayınlanmıştır.
Ama, yaşadığı çağı ve Müslümanların güçlerini yitirmemeleri için, belki de en derin bakışlı, ince düşünceli ve dünyayı anlamaya çalışan bir isim olarak değerlendirilebilmek durumunda olan 2. Abdulhamîd'in en talihsiz semerelerinden birisi belki de, kendi açtığı mekteplerde yetişen nesiller eliyle, sadece tahttan indirilmekle kalmayıp, bir asra yakın bir süre, ağır suçlamalarla, lanetlemelerle anılması ve dahası; Müslümanlara en ağır darbelerin vurulmaya çalışılmasıdır.
Evet, bugünkü yazı, âdeta, bir 2. Abdulhamîd övgüsü gibi oldu, ama, n'apalım ki, hem de dönemin en önde anılan Müslüman âlimlerinin, ediblerin, şairlerinin ve mütefekkirlerin de, tahttan indirilişine alkış tuttukları 2. Abdulhamîd'den sonra gelen Sultanlar değil, en çok da yine hep o suçlanmışken ve ancak merhûm Necîp Fâzıl'ın 1965'lerde, 'Kızıl Sultan değil, Ulu Hakan..' diye bir kitap yayınlamasına kadar kimsenin lehinde söz söylemeye cesaret edemediği bir dönemi bugün niye mi hatırladık?
M. Kemal, 1927'de C. Halk Fırkası'nın toplantısında okuduğu ve Şevket Süreyya Aydemir'in bile, 'Tarihî bir belge değil, siyasî bir belgedir ve içinde yanlışlar vardır, yalanlar vardır..' dediği meşhur 'nutk'una başlarken, ilk cümleyi, '19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım..' şeklinde kurması, sıradan bir cümle değil; bütün bir geçmiş 1400 yılımızın inkarı ve redd-i mirası şeklindeydi; tarihin Sıfır noktası olarak kendi tarihini esas alıyordu.
Ve ne kadar ilgi çekicidir ki, 2. Abdulhamîd, vefatı üzerinden 80 yıla yakın bir süre korkularak lehinde bir şeyler söylenebilirken; bütün bir milletin 100 yıldır kendisine minnettar kılınmaya hâlâ da çalışıldığı bir başka isim hakkında, hür bir zihinle bir değerlendirme yapabilmek bile hâlâ netâmeli.
Ama, 20 yıl devamlı yanında bulunup resmî biyografisini Çankaya'sında, 'kahraman'ını anlatırken Falih Rıfkı Atay, 'Onun aslında fikirlerini hiç değiştirmediğini ve 19-20 yaşlarında, Selanik'te, akşamları gittiği Rûm Meyhanesi'nde arkadaşlarıyla konuşurken, geleceğe ait nasıl bir dünya kuruyor idiyse, onlardan hiç ayrılmamıştır..' diyordu.
Evet, düne takılıp kalmayalım; ama, bugün ve yarınları programlamak isterken, dünden habersiz olmamak şartıyla.
Kaynak: Düne takılıp kalmamak, evet; ama, bugün ve yarın için dünü mutlaka bilmek! - SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL