İstanbul’da ve civar illerde hissedilen 6.2 depremi, hepimize ölüm hakikatini yeniden hatırlattı. İnsanoğlunun ne kadar zayıf ve çaresiz olduğunu da gördük ve yaşadık.
Deprem; sadece yeri sallayıp üzerinde çürük temeller ve eksik malzemeyle inşa edilmiş binaları yıkmıyor. Her şeyi sallıyor, sarsıyor, yıkıyor ve yeniden daha iyi yapmak üzere insanlara bir fırsat sunuyor. Duyguları, hayatları, algıları, insan ilişkilerini, devletin duruşunu sarsıyor. Bu zelzelenin, depremin, sarsıntının ardından ibret alan ders çıkarıp ‘nefs muhasebesi’ yapıp kendine, yaşayışına çekidüzen verip düzelenler olduğu gibi, kimilerini daha berbat hale de getirebiliyor. Deprem alanlarına, havzalarına, fay hatlarının üzerine ev yapılamaz, yerleşim merkezleri kurulamaz. Farkında olup veya olmayıp yapılaşmada dikkat edilmeyen en önemli iki mesele; münbit arazilere, ovalara ve deprem zeminine ev yapılmasıdır. Ülkemizin bir özelliği de deprem faylarının üzerinde olması. Bu gerçek de neredeyse düzenli olarak bize sürekli hatırlatılıyor. Fay hattı, jeolojik, daha bir sürü maddi sebeplerle beraber Allah’tan bağımsız hiçbir olayın olamayacağını, Allah Teâlâ’nın yarattıkları ile ilgisini kesmediğine de iman ederiz. Sünnetullah dediğimiz İlâhî prensipler (kanunlar) neyi gerektiriyorsa onun üzerinden tavrımızı, yaşayışımızı, hayat tarzımızı geliştirmemiz gerekiyor.
Başımıza gelen bu küçük kıyamet üzerine söylenecek çok söz ve daha önemlisi yapılacak çok maddi manevi çok iş var. “Deprem niye oluyor?” diye sormamıza gerek yok. O Allah’ın kanunudur. İnsanın olduğu, olmadığı her yerde olur. Sadece insanların kabahatlerinin karşılığı olarak görerek depremin oluşunu değerlendirmek doğru değildir.
Asıl deprem, toplumu yok edecek asıl büyük deprem, yakıcı ve yıkıcı deprem manevi depremdir. Manevî değerlerin aşınması, buharlaşması, yok olması. Manevî deprem yaşamayan bir toplumu, hiçbir maddî deprem çökertemez. Haram-helâl ölçülerine riayet eden bir toplumu hiçbir deprem yıkamaz! Kul hakkına özen gösteren bir toplumu hiçbir deprem yok edemez. Âhiret inancını yitirmeyen bir toplumu hiçbir deprem tarihten silemez. Maddî depremi aşabilmenin tek veya en güçlü yolu, manevî değerler ve ilkeler bakımından güçlü olmaktan geçer.
İnsanlar kaçtıkları, görmezden, bilmezden geldikleri, adını dahi hatırlamak istemedikleri ölümün can acıtıcı yönünü gördüler, ölümün soğuk soluğunu ense köklerinde hissettiler. Tabii felaket eşliğinde. Her olayın, sebepler dünyasında bir açıklaması vardır elbet. Çarpık yapılaşma, denetimsizlik, sorumsuzluk, müteahhit hataları vs. vs. Bunlar hep dar açıdan bakınca ilk etapta göze çarpan ikincil sebepler.
İnsanımızın bu hale düşmesi/düşürülmesi. Kendi kutsalları/mukaddesleri yerine konan ‘izm’ler. Sekülerizm, Kemalizm, laiklik, demokrasi, uygarlık, Batıcılık, vs. Toplum sekülerleştikçe, manevî duyarlıkları aşınıyor, kanaatkârlık, fedakârlık, paylaşma, komşuluk, yardımseverlik gibi güzel hasletlerimiz kayboluyor. Böylelikle kanaatkârlığın yerini çıkarcılığın, fedakârlığın yerini bencilliğin, paylaşmanın, komşuluğun, yardımseverliğin yerini bireyselleşmenin, ben-merkezciliğin, vurdumduymazlığın, duyarsızlaşmanın, şefkat ve merhametten uzaklaşması kolaylaşıyor. Bizi bin küsur yıldır kardeş kılan, zorluklara topyekûn göğüs gerebilmemizi sağlayan değerlerimizi kaybetmeyelim/kaybettirmeyelim. Kaybedersek; ailenin, sosyal yapının ve değerlerle bezenmiş dokumuzun yıpranmasıyla sonuçlanır. Değerlerimiz; bu toplumun her türlü zorluğa göğüs gerebilmesini mümkün kılan ruhunu, ruh köklerini diri tutar. Maddî depremleri göğüslüyoruz ama manevî depremler daha fazla yıkıma yol açıyor. Bu yıkımda, rehavet, konfor, modernleşme uyuşmasından uyuşturulmasından oluşuyor. Biz millet olarak bu ümmetin ve insanlığın manevî dinamikleri en güçlü toplumuz dünyada. Deprem (zelzele) tam bir kıyamet provasıdır. Kur’an-ı Kerim’de “O gün, kişi kaçar kardeşinden, annesinden ve babasından...” denilen günün. “Beşikteki bebelerin saçlarını ağartan” diye nitelendirilen gün. Nereye kaçmalı? Kime sığınmalı, dayanmalı, güvenmeli? Güveneceklerinizin de güvene muhtaç olduğu bir gün. Sığınacaklarınızın da sığınacak delik aradıkları bir gün. Kendilerini dayanak olarak lanse edenlerin dayanacak yer aradıkları gün. O’nun “rahmeti gazabını geçmiştir.”
İşte bu yüzden biz O’nun kahrından lütfuna sığınıyoruz. Gazabından rahmetine sığınıyoruz. Celalinden cemaline sığınıyoruz. O’ndan yine O’na sığınıyoruz. Kâinatta var olan her şeyi Allah yoktan yaratmıştır, O her an yaratmaktadır. Yaratılmış olarak gördüğümüz şeyler de hatta bütün hücrelerimizle biz de her an devamlı (sürekli) yaratılmaktayız. Gördüğümüz, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiçbir şey rastgele ve kör bir tesadüfün eseri değildir ve hiçbir şey sebepsiz değildir. Herkesin iki kelimelik duası: “Allah korusun!” Ben de ‘âmin’ derken Rabbimin sıfatlarını hatırladım. Sadece Allah’ın varlığına ve uluhiyyetine değil, O’nun koruyup-gözeten, yaratıp-yok eden, yaşatıp-öldüren, yüceltip-alçaltan, lütuf ya da kahrıyla terbiye eden, ödüllendirip-cezalandıran vasıflarını bünyesinde toplayan rububiyyetine de inanan bir Mü’min olarak, bu duaya bütün yüreğimle “âmin!” diyorum. Bizlere de afetlerden gerekli dersleri çıkarmayı, sorumluluklarını yerine getirip huzurlu ve güvenli bir hayat sürmeyi nasip eylesin. İşte İstanbul’da ucuz atlattığımız, uyarı niteliğindeki depremin ardından, daha ilk saniyelerden itibaren meseleyi siyasi zemine, siyasi tartışmalara çekip, siyasi rant hırsıyla yine meselenin özünü örttüler. Yine deprem tehdidini sağlıklı, soğukkanlı konuşamaz hale geldik. Tedbirler, hazırlıklar, kentsel dönüşüm, sağlam yapılar… Hepsi tamam. Ama asıl yapmamız gereken bu ülkenin maneviyatını yükseltmek, iyilerin sayısını çoğaltmak, çocuklarımızı, gençlerimizi iyilikle büyütmek, şefkati merhameti yaşatmak, paylaşmayı artırmaktır. Çürümenin, çözülmenin önüne geçmek için gayret göstermektir.
Şu kötülerin ve kötülüğün ağzıyla felaketleri, afetleri dahi kendi ikbali için istismar etmelerine zor tahammül eden günleri yaşıyoruz. Elimizden kayıp gitmekte olan toplumu, nesilleri, artık iyileri de boğan, iyileri de bezdiren çirkinlikleri güzelleştiremez miyiz? Birazcık da olsa…
Mimarlık meslek ilkelerine riayet ederek şehirlerimizi daha insanca, ruh dolu, yaşanabilir ve estetik şehirler olarak inşa etmek için bu 6.2 depremi bizi uyarmalı. Maddi ve manevi hayatımıza çeki-düzen verdirtmeli.
Unutmayalım: Dünyada şehirlerini bizim kadar katleden, ruhsuz betonarme terörünün insafsızlığına ve ruhsuzluğuna terk eden ikinci bir toplum yok. Deprem bu gerçeğin görülmesine vesile olursa, depremden çıkarmamız gereken en önemli derslerinden birini çıkarmış oluruz.
Allah İstanbul’u Türkiye’yi, Âlemi İslâm’ı ve yeryüzünü her türlü âfetten, felaketten muhafaza buyursun.
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yasar-degirmenci/62-depremi-ve-dusundurdukleri-48749.html