Siyaset özü itibariyle ahlaki bir eylemdir. İnsanın dünyayı değiştirmeye başladığı andan itibaren gerçekleşmeye başlayan bir varoluş biçimi. Bütün yaratılmışlar arasında dünyayı değiştirmeye, olduğundan farklı bir hale getirmeye dönük bir irade ortaya koyabilecek insandan başka bir varlık yok.
İnsana bu özelliği de Allah tarafından bir emanet olarak verilmiştir. Bu emaneti yüklenip dünyayı değiştirmeye atılan insanın önünde iki seçenek vardır. Ya dünyayı imar edecektir veya bozgunculuk-yolsuzluk yaparak olduğundan daha kötü hale sokacaktır. O yüzden yeryüzünde bir halife yaratacağını söyleyen Rabbimize melekler “biz şurada seni takdis ve tesbih ederek ibadet ederken, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” diye sorduğunda Allah “ben sizin bilmediğinizi biliyorum” demiştir.
Bu cevabın devamında Allah’ın Adem’e bütün isimleri öğretmiş olduğu ve bu isimleri meleklere de arz etmiş olduğu bilgisi verilir. İsimler, dil, eşyanın gerçek ismiyle isimlendirilmesi insana yeryüzündeki misyonunu yerine getirmek üzere verilmiş en önemli meleke. Siyaset de bu melekenin içinde cereyan eder. Dünyanın ifsadı dilin de ifsadıyla paraleldir o yüzden veya dünyanın bozgunculuğa maruz kalması dil düzeyinde bir tahrifle beraber gerçekleşir her zaman.
Siyasal eylem için insanın önünde İmar ile ifsad arasında gidip geldiği genişçe bir alan var. Siyasallığı dindarlıkla, hele saf dindarlıkla bağdaştırmayanlar dindarlığı belli bir bozguncu (müfsit) siyasallığın uhdesinde tahrif ederek etkisiz hale getirmiş oluyorlar. Bu durumda dindarlık adına ortada putperestlikten başka bir şey kalmış olmuyor. Bu putperestliğin son derece mistik bir dindarlık veya dünyadan el etek çekme görüntüsü altında ortaya konulmasının hiçbir önemi yok. Esasen hangi durumda olursa olsun insan siyasallıktan hiçbir şekilde sıyrılamıyor, çünkü 1, dünyaya diliyle veya eylemiyle müdahale ettiği andan itibaren 2, dost ve düşman ilişkilerini tanımladığı anlamda, birileriyle kendisini “biz” parantezine aldığı andan itibaren insan siyasal bir eylemde bulunmuş oluyor. Kiminle dostsunuz, kime düşmansınız. Kiminle seviniyor, kiminle eğleşiyor ve kiminle üzülüyorsunuz? Bu dostlarınızla ne için seviniyor, ne için ağlaşıyorsunuz? Kime neyden dolayı taraf, kime neden dolayı karşı oluyorsunuz?
Bugün siyasala en uzak olduğunu iddia eden insanlar bile bu noktada kendilerini bir sınasınlar. Siyasete ne kadar uzak veya ne kadar yakın olduklarını hemen anlayabilirler.
Siyasallığın doğası itibariyle bir güç talebi veya iradesi gerektirdiği de açıktır. Nietzsche ve ardından gelen siyasal düşünürler bu “güç arzusu”nun esasen insanın tabiatında olan bir irade olduğunun altını çizerler. Böylece siyasallığı en temel insan varoluşuna kadar indirgerler. Esasen bu insana dair en yalın ve en gerçekçi tespit olarak doğrudur. Ancak esas olan bu arzunun nasıl yönlendirildiği veya kimin adına harekete geçtiğidir.
İnsanın tabiatında temellük iddiası ve talebi de vardır ve bu iddia onu her zaman Allah’a ortak koşmaya aday hale getirir. Mülk Allah’ındır, hüküm de O’nundur. Gücü kendi için istediği ölçüde kendisini yaratmış olan ve kendisine yeryüzünü imar etme misyonunu, halifeliği yüklemiş olan Allah’a karşı bu gücü kullanma dolayısıyla tanrılaşma veya tanrılaşmış insanlara kul köle olma istidadı da vardır. İnsanın yeryüzünde meleklerin de öngördüğü bozgunculuğu tam da burada gerçekleşiyor.
Daha dar anlamda siyasette Müslümanların yeryüzünü imar etme misyonuna ne kadar uygun hareket ettikleri her zaman başlarının üzerinde asılı duran bir soru olmalı elbet. Bu onların tarz-ı siyasetinin üzerinde ciddi bir baskı da oluşturmalı hatta. Şu sorularla: siyasette talep edilen ve elde edilen makamlar, mevkiler sadece Allah’a kulluk etmekle emrolunmuş ve bununla insanlık onuruna yaraşır bir istikamette mi kullanılıyor? Güç kimin adına isteniyor? Kimin adına kullanılıyor? Kendisine emanet edilmiş gücün kendinden mi kaynaklandığı yoksa bileğinin hakkıyla “elde edilmiş ve dolayısıyla sonuna kadar tadı çıkarılacak bir güç” olarak mı görülüyor? Siyasette sahip olduğu makamları başına konmuş devlet kuşu gibi mi görüyor yoksa üzerine giydiği ateşten bir gömlek kabilinden bir emanet gibi mi?
Taha Abdurrahman’ın Ahlakın Birliği İlkesi ve Siyasetin Ahlakı adına aklımıza getirdiği şeylerin bir nebze kendi üzerimizde düşünmeye sevk etmesi gerektiği çok açık. Dar anlamda siyaset yapan insanların arada bir durup sormaları gereken sorulardır: ne yapıyoruz siyasette? Ne için yola koyulduk, nereye vardık ve bundan sonrası ne?
Siyaseti varoluşsal bir yolculuk olarak gördüğümüzde bu kimsenin tekelinde veya kimsenin başkasına karşı ayrı bir iktidar vesilesi olarak kullanacağı bir muhasebe değil. Neticede dar anlamda siyasal makamlarda olmayanların da kendilerine sorması gereken sorulardır bunlar. Siyasetin en temel düzeyidir dost-düşman ilişkisi. Bu ilişkinin içinde nerede konumlanıyoruz? Müslümanlığının şuurunda olmak olarak İslamcılığın da ilk insana kadar götürülebilecek bir arkhesi varsa bu değil midir: Kötülüğe karşı, şeytana karşı bir düşman olarak iyilerin yanında, iyiliklerle konumlanmak…?
Siyaseti sadece kişisel ikballeri için bir vesile olarak görenlerin, velev ki bu ulvi manalarla girmiş olsun, eninde sonunda kötülerin yanında konumlanmaları mukadderdir. Müslümanlar için siyasal ilk ve son kertede Allah için ve Allah adına yeryüzünü imar, bunun için iyi insanlarla, müminlerle dostluk, dayanışma ve duygudaşlık varolmaktır.
Siyaseti dine hele İslam’a bulaştırılamayacak kadar kötü görenlerin kendilerinin dibine kadar siyasetin içinde olmaları ne anlama geliyor peki? Allah’ı kendi işlerine bulaştırmama yönünde tanrılık talebindeki beşer kurnazlığından başka ne görülebilir burda?
https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/islam-ahlak-ve-siyasete-dair-4713676