Gazze’nin göğü bir kez daha karardı. Ama bu kez karanlık, yalnızca gökyüzünden süzülen küllerle değil; bir annenin yüreğinde yanarak çoğalan, dokuz ayrı korla çöktü yeryüzüne.
24 Mayıs 2025 sabahı… Saatler, Gazze’de bir eve düşen bombanın zamanını gösterdiğinde; o ev, artık çocuk kahkahaları ve cıvıltılarının değil, çığlıkların yankılandığı bir enkaza dönüşmüştü. Dr. Alaa el-Neccar ise sabah erken saatte evinin işlerini yoluna koymuş, çocuklarını öpüp koklamış sonra Nasır Hastanesi’nde ki görevinin başına gitmişti. O, zorlu şartlarda İsrail’in vahşetinden sağ kurtulabilmiş küçücük bedenlere, şefkat merhemini sürüyor, son bir umut dokunuşu olmaya çalışıyordu.
Üzerinde, masum çocukların kanıyla lekelenmiş beyaz doktor önlüğüyle hastane koridorlarında sessizce koşuşturuyordu. Bir çocuğa kalp masajı yapıyor, bir çocuğun kopmuş bacağını dikiyor, bir çocuğun gözünden akan yaşı siliyor, bir çocuğun okuduğu ayetlere eşlik ediyor, bir diğerine şefkatle gülümsüyordu belki. Gün henüz ağarmamıştı ama Dr. Alan her zamanki gibi erkenden hastaneye gelmişti. O Gazze’de tüm imkansızlıkların olduğu bu hastanede adeta karanlığın içinde bir ışık arıyor, masum yavruların acılarına merhem olabilmek için bedenini ve yüreğini ortaya koyuyordu.
Çocukların çığlıklarını susturacak bir şefkat arayan bu anne, hastane koridorlarında dua ve umutla yürüyordu. Bir cana nefes, bir çocuğa ses, bir bebeğe yeniden atan kalp, belki bir yaraya daha merhem olabilmek için...
Fakat o gün, yüreğini yakacak, ciğerini dağlayacak bambaşka bir yangının haberi ulaştı ona. Büyük bir patlamanın ardından hastaneye getirilen yanmış çocuk cesetleri vardı. Olay yerine koşan Dr. Alaa el-Neccar, tarif edilemez bir acıyla karşılaştı. Yanmış, küçücük bedenlere tek tek baktı. Anlamak için yeniden baktı, baktı, baktı, baktı… Kömür karası olmuş her bir yüz, her bir uzuv ona korkunç bir biçimde tanıdık geliyordu. Önce gözleri, sonra yüreği bu dayanılmaz gerçekle sarsıldı. Derin bir sessizlikte, tarifsiz bir çığlık koptu içinde. Bu çocuklar, onun çocuklarıydı. Bu çocuklar onun ciğerpareleriydi. Kolundaki Filistin bilekliğinden tanıdı Rakan’ı, Sidra’yı süt kokusundan, Cubran’ı kıvırcık saçlarından, Lokman’ı tırnağının ucundan…
O an zaman durdu. Bir annenin dünyası, bir doktorun yüreği, bir insanın sabrı aynı anda yıkıldı. Hayatının dokuz ay parçası, dokuz ayrı parçası, dokuz ayrı sesi, nefesi, umudu; şimdi önünde, yanık bedenler hâlinde yatıyordu. On çocuğundan dokuzu aynı anda yanarak melek olmuştu.
O gün, evini yerle bir eden füze yalnızca bir saldırı değildi; ilmek ilmek dokunmuş bir ömrün, bir yuvanın, anıların, hayallerin, umutların ve duaların topyekûn çöküşüydü.
O füze, sadece bir binayı değil; bir annenin sabrını, bir babanın umudunu, bir ailenin kalbini de dokuz yerden hedef almıştı.
Ve anne, Dr. Alaa el-Neccar, bir zamanlar kucağında büyüttüğü, gözyaşlarıyla beslediği, ilk kelimelerini heyecanla dinlediği evlatlarını; şimdi bir hastane köşesinde, sessizce vedalaşmak zorunda kaldığı yanmış bedenleriyle karşı karşıyaydı.
Evde bulunan baba Hamdi el-Neccar da eşi gibi bir doktordu. Karı koca Gazze’nin yaralı çocuklarına şifa olmaya çalışıyorlardı. O gün görevde değil, evde çocuklarıyla birlikteydi. Ve o vahşi saldırı yuvalarını hedef aldığında baba Hamdi el-Neccar ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Hâlâ yaşam mücadelesi veriyor.
Belki hâlâ çocuklarının şehadetinden habersiz… Belki hâlâ o evin duvarlarında yankılanan sesleri duyuyor: Yahya’nın neşeli çağrıları, Sislan’in kahkahaları, Rifan’ın bitmeyen soruları, Sidin’in koşuşturması, Lokman’ın ağzından çıkan ilk kelimeleri kim bilir… Belki gözlerini yeniden açtığında, onlara bir kez daha sarılabileceğine inanıyor.
Yan yana dizilmiş çocuk bedenleri, bir annenin kalbine tek tek saplanan dokuz hançerdi.
Üç değil, beş değil… Dokuz çocuk. Dokuz ayrı nefes, dokuz umut, dokuz hikâye… Empatisi imkânsız, tarifi mümkün olmayan bir acıydı bu. Bir annenin isimleriyle dua ettiği, nefesleriyle yaşadığı, varlıklarıyla güçlendiği evlatlarıydı onlar. Her sabah sesleriyle uyanılan, gece üstleri örtülen, başları okşanan, terleyen, düşen, gülen, cıvıltıları her bir köşeye yayılan çocuklardı. Şimdi solukları kesilmiş sessizdiler. Ne anneleri konuşabiliyordu, ne çocukları ve ne de zaman…
Sidra’dan Yahya’ya: Cennete Uğurlanan Dokuz Dua
Yahya (12): On kardeşin en büyüğü. Kur’an’da “hayat verilen” demektir. Dirayetle ayakta kalmanın adıydı Yahya. Belki kardeşlerine masallar anlatır, ellerini tutup bakkala şeker almaya gider, annesinin yetişemediği yerlerde devreye girerdi. O evin Yahya Sinwar’ıydı; vakur, cesur, zamansız bir devrimci gibi.
Rakan (10): "Dik duran, sağlam duran"... Gülüşü karanlıkta parlayan bir kıvılcımdı. Belkide anne ve babasının gülen yıldızıydı… Şimdi, acımasız hain bir bomba bu yıldızı gökyüzünden kopardı.
İf (9): “Arınmış, temiz”... Sessizliğinde sükûnet, gözlerinde merhamet, bakışlarında derinlik saklıydı. Küçük bir şefkat meleğiydi; şimdi ise gerçek bir meleğe dönüştü.
Cubran (8): “İyiliğin sesi”… İyiliğin öncüsüydü. Kimseyi incitmemeye, kırılan gönülleri onarmaya çalışan yumuşak bir kalbi vardı. Rengarenk uçurtmalar çizerdi defterine, gökyüzüne ulaşmasada onun hayalleri hep özgürdü. Belki büyüyünce doktor olacaktı; anne ve babası gibi, yaraları sarmak, Gazze’ye şifa olmak istiyordu.
Rislan (7): “Elçi”... Hayatı bir oyun değil, bir görev gibi yaşayanlardandı. Küçük ama büyük ruhlu bir yolcuydu bu dünya için.
Rifan (5): “Yükselmek”... Henüz bedenine ulaşılamadı. Belki hâlâ toprağın altında bir çiçek gibi bekliyor. Cennete yükselmeden önce yeryüzüne bırakılmış bir gül kokusuydu.
Sidin (3): Minicik ayakkabıları vardı. Ayak izleri toprağa değil artık göğe karıştı. Şimdi cennette hiç kaybolmayan bir çift ayakkabı bekliyordur onu. Hemde en sevdiği renkten…
Lokman (2): Kur’an’da hikmetin adı. Belki adını babaannesi Lokman Suresi’ni okurken koymuştu. “Lokman olsun, hikmetli olsun” demişti. Ama bu küçük Lokman, daha “anne” ya da “baba” demeye fırsat bulamadan sustu. Belki konuşmaya hazırlanıyordu. Belki ilk kelimesi babasının adı olacaktı. Kim bilir… Şimdi o kelimeler, annenin yüreğinde şekilleniyor: Sessiz bir dua, söylenememiş bir sevgi, yarım kalmış bir kelime.
Sidra (6 aylık): “Sidretü’l-Müntehâ”… Belki dünyadan değil, doğrudan cennetten gelen bir misafirdi. Sadece anne sütünü bilmiş, sadece annesinin kokusunu tanımıştı. Ve o saf kokuyla Cennete uğurlandı…
Dokuz çocuk…Dokuz yıldız Gazze semasından kaydı o gece.
Ve geriye, annelerinin kalbine işlenen suskun bir ağıt kaldı.
Ve geriye bir annenin avuçlarından kayıp giden dokuz isim kaldı:
Her biri bir dua, bir ah, bir eksiklik olarak ömür boyu yankılanacak. Dokuz evladının ardından kalan boşluk, ne kelimelerle doldu ne gözyaşlarıyla… Ama Dr. Alaa el-Neccar, yasını susturarak değil; onunla birlikte yürümeye karar vererek hayatta kaldı. Acısını göğsüne kefen gibi sardı; ama o kefeni kendisine değil, başkalarına umut olmak için taşıdı. Şimdi her sabah, bedenini beyaz önlüğe, yüreğini ise görünmeyen dokuz mezara sararak giriyor hastaneye. Belki bir çocuğun yüzüne gülümseme bırakmak için… Belki bir annenin gözyaşını usulca silmek için…
Ellerinde hâlâ şifa, dilinde hâlâ şükür, kalbinde hâlâ dua var. Çünkü o Rabbimizin “Sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan, ekinlerden eksiltmeyle sınayacağız” dolayısıyla “sabredenleri/direnenleri müjdele” bildirimiyle bilincini ve nefsini terbiye etmiş müminelerden biridir. Çünkü o biliyor: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” Bizler Allah için varız ve şüphesiz O’na döneceğiz.
Gazze ise artık yalnızca bir yer ismi değil; Gazze bir aynadır şimdi. Ve o aynaya bakan herkes, kendine dair bir şeyler görür orada: Kimi korkusunu, kimi öfkesini, kimi inkârını, kimi utancını... Ama en çok da suskunluğunu.
Gazze’yi doğru görüp okuyanlar, kalbi ve ameli Gazzelilerle birlikte olanlar, günde beş vakit secdeye varanlar cahiliye zincirlerini kırmada en çok güveneceğimiz öznelerdir; dava arkadaşlarımızdır.
Kaynak: Sessiz bir ağıt - ZEHRA TÜRKMEN