Çad’ın Kısa Tarihi
Afrika’nın kalbinde yer alan, zengin yeraltı kaynaklarına rağmen yoksulluğun gölgesinde kalmış bir ülke: Çad. Yüzölçümü bir milyon 300 bin metrekare olsa da dünyanın imkânsızlıklar içinde bocalayan ülkelerinden biri. Bunun nedeni sadece coğrafi ya da ekonomik değil; asıl büyük neden Çad’ın sömürgeci geçmişinin olması. 22-25 miyonluk şu anki nüfusun yüzde 60’ı Müslüman; ama sömürge döneminde yüzde 35’i de Hristiyanlaştırılmış, geri kalanın çoğu animist. Lakin Hıristiyan olanlarda bir dinginlik yok. İslami aidiyet çoşkusu kuvvetli, ezan sesi duyulunca camiye gidenler yanında, hemen bulunduğu yerde bireysel veya toplu namaza duranlar oldukça fazla. Müslüman kadınlar arasında vücudunu teşhir eden kimseye rastlamadık. Müslümanlar sade hayatları içinde temiz ve merhametli bir tarzı yaşatıyorlar. Bu tarz Hritiyanlaşanları imrendirdiği için aralarından sürekli İslam’ı seçenler artıyor.
Çad, 20. yüzyıl başlarında Fransa'nın Afrika’daki sömürge zincirlerinden biri haline getirilmiş. 1900’lü yılların başında Fransa tarafından işgal edilen bu topraklar, 1960 yılına kadar Fransız Ekvator Afrikası'nın bir parçası olarak kalmış. Bu süreçte halkın kültürel, dini ve toplumsal yapısı hedef alınmış; özellikle İslami kimliğin bastırılması için sistemli politikalar yürütülmüş. Medreseler kapatılmış, alimler susturulmuş, Kur’an eğitimi yasaklanmış. Afrika’nın birçok yerinde olduğu gibi, burada da sömürgeci dil ve yaşam tarzı, halkın kimliğine zorla giydirilmek istenmiş. Ülkede 200 farklı etnik yapı ve dil var ana resmi dil Arapça ve Fransızca.
Bağımsızlığını 1960 yılında kazansa da, Çad uzun yıllar siyasi istikrarsızlık, darbeler ve iç savaşlarla sarsılmış. Ne yazık ki bu çalkantılar, sömürgecilerin giderken bıraktığı yapay sınırlar, böl-yönet politikaları ve yozlaşmış sistemler nedeniyle derinleşmiş. Bugün Çad, maddi yoksunluk kadar manevi yalnızlığın da yaşandığı bir coğrafya. Fakat işte tam da bu noktada, dayanışmanın ve yardımlaşmanın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
1917'de Çad’da Âlim Katliamı ve Bizim Hafızamızdaki Kardeş Acı
Çad’ın dini ve kültürel dokusu, özellikle kuzey ve doğu bölgelerinde İslam ile yoğrulmuştur. Fakat bu yapı, sömürge döneminde hedef haline gelmiş; bilhassa 1917 yılında yaşanan trajedi hafızalarda derin izler bırakmıştır. O yıl, Fransız yönetiminin İslami direnişi sindirmek amacıyla başlattığı operasyonlarda, Abeşe şehrinde 400 âlim, şeyh ve kanaat önderi katledildi. Caddeler kanla yıkandı, medreseler susturuldu, Kur’an eğitimi yasaklandı. Çocukların hafız olma hayalleri, minarelerin sesiyle birlikte susturuldu.
Bu kara sayfa bize sadece Çad’ın değil, aynı zamanda bizim kendi tarihimizin de benzerliğini hatırlattı. 1920’lerde Türkiye’de de İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla benzer bir süreç yaşandı. Alimler, kanaat önderleri, toplumun öncüleri “irtica” ithamıyla yargılandı, medreseler kapatıldı, alimler idam edildi.
İki farklı coğrafyada, iki ayrı halk ama aynı sancı: Hakkın susturulması, hikmetin boğulması, İslami hafızanın silinmeye çalışılması. Bu tarihsel kesişim, bize mazlum coğrafyaların ortak kaderini gösterdiği gibi; bugün yürütülen insani yardımların da yalnızca maddi değil, tarihi ve manevi bir sorumluluk taşıdığını hatırlatır. Bugün orada bir kurban kestirmek, bir su kuyusu açmak ya da çocukları sünnet ettirmek veya katarak nedeniyle göremeyenleri ameliyat yaptırmak; sadece bir yardım değil, geçmişin izlerini silmek, ümmetin onurunu ayağa kaldırmaktır.
Sessiz Çığlıklar Arasında: Açlığın, Yoksulluğun ve Umudun Eşiğinde
Çad’ın mazlum toprakları, bugün hâlâ sömürgeciliğin bıraktığı izleri derin şekilde taşıyor. Açlık neredeyse her hanenin kapı eşiğinde bekliyor; sefalet, insanların günlük hayatının sessiz ama her an hissedilen misafiri olmuş.
Yollar, yol değil. Araçlar boğazına kadar çamura saplanmış; köylere ulaşmak bazen sadece bir motor üzerinde ya da yük taşıma için kullanılan ilkel taşıma araçlarıyla mümkün olabiliyor. Güneşin kavurduğu topraklarda elektrik ve temiz içme suyu neredeyse yok. Teknolojiden söz etmek lüks olmaktan öte hayal bile değil.
Toyota marka araçlar ise burada her yerde. İlk bakışta şaşırtıcı gelen bu durumun ardında hem bugünün lojistik ihtiyaçları hem de tarihten gelen bir hatıra saklı. 1980’li yıllarda Çad halkı, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin ülkede hâkimiyet kurma çabalarına karşı, Toyota marka pikaplarla silahlanarak direniş göstermiş. Bu mücadele, tarihe “Toyota Savaşı” olarak geçmiş; halkın, tanklara karşı hafif ama hızlı araçlarla direnişi, hem siyasi hem kültürel bir sembole dönüşmüş. Bugün hâlâ Toyota araçlarının Çad’da bu kadar yaygın olmasının ardında, yalnızca teknik dayanıklılık değil, bir direniş hafızası da vardır.
Eğitim ise bir başka hüzünlü hikâye. Burada bir çocuğun okula gitmesi başlı başına bir mücadele. Okul varsa bile, kalem yok, defter yok. Kağıt lüks. O nedenle çocuklar 'luh' adı verilen ince tahtalara yazarak öğreniyorlar. Bu tahtalara Arap harfleriyle ayetler yazılıyor; çocuklar ezberliyor, sonra silip yeniden yazıyorlar.
Ve tüm bu eksikliklerin ortasında, insanı en çok şaşırtan şey: Böylesine büyük yoksunluğa rağmen dimdik duran, son derece mütevazı, güler yüzlü, sabırlı ve kibar bir halkın varlığı. Ne sokaklarında bir kavga, ne yüzlerinde bir öfke... Her adımda sizi selamlayan, teşekkür eden, sizinle ilgilenen, sizi misafir bilen insanlar... İşte bu zarafet, bu vakur duruş, her türlü imkânsızlığın içinde filizlenmiş en büyük değeri, insan onurunu gösteriyor.
Ve işte böyle bir ortamda, çatlamış toprakların, aç midelerin, silinmeye yüz tutmuş hafızaların arasında Fetih İnsani Yardım Vakfı, sadece yardım değil; umut, merhamet ve kardeşlik götürmek için yola çıktı. Bu, bir kuruluşun “gitmesi” değil, bir ümmetin sessiz çığlıklarına kulak vermesidir.
İlk Gün: Encemine’de Umuda Açılan Kapı
Yolumuz, Çad’ın yorgun ama sabırla direnen başkenti Encemine’e düştü. Bu şehir, bir yandan geçmişin ilim ve hikmet kokan izlerini taşırken, öte yandan açlıkla, susuzlukla ve unutulmuşlukla örülmüş bir hayata tanıklık ediyor.
İlk günümüzü, bağışçılarımızın emanetlerini ulaştırmak üzere Süveyr Medresesi, Darüsselam Medresesi, Osman Bin Affan Yetimhanesi ve Kur’an Kursu ile Babül Hayat Kur’an Kursu’nda geçirdik. Her biri, çatlamış toprakların ortasında yeşeren bir ilim damlası; her biri, karanlığa karşı yakılmış bir kandil gibi…
Burada, sadaka, adak, şükür ve hayır kurbanlarımızı kestik. Kurbanlar kesildikten sonra parçalara ayrıldı ve bu parçalar, o kurumların etrafında yaşayan ihtiyaç sahibi ailelere dağıtıldı. Yıllardır belki de sofralarına et girmemiş insanlar, et poşetlerini aldıklarında ne diyeceklerini bilemediler. Çünkü bu sadece et değil, belki de aylardır, hatta yıllardır beklenen bir hatırlanıştı.
Süveyr Medresesi’nin toprak zemininde çocuklar çıplak ayaklarıyla koştururken, ellerinde “luh” adını verdikleri tahta levhalarda ayetleri ezberliyorlardı. Bizi gören çocuklar seslerini daha da yükselterek Kuran ayetleriyle bize selam veriyorlardı.
Osman Bin Affan Yetimhanesi'nde ise Kur’an kursuyla birlikte hayatın yeniden filizlendiğine şahit olduk. Yüzlerce yetim çocuğun sessiz bakışlarında, bir sıcak aşın ne kadar büyük bir nimete dönüştüğünü gördük. Babül Hayat Kur’an Kursu'nda ezber yapan çocukların arasına girdiğimizde, kurban etinden daha kıymetli olanın belki de ümmetin duası ve selamı olduğunu hissettik.
Bu kurumlar, sadece taş duvarlardan ibaret değil. Onlar, bir ümmetin en zor şartlarda bile ilimden, Kur’an’dan ve kardeşlikten vazgeçmeyişinin adı. Ve biz, o ilk gün, orada sadece kurban etini değil, bir ümmetin unutmayan kalbini paylaştık.
İkinci Gün: Işığa Açılan Gözler, Karanlıkta Devam Eden Umut
İkinci gün yolumuz bir hastaneyeydi. Belki adı bile yoktu bu hastanenin; belki de adı vardı ama içi yoktu. Duvarlar dökük, koridorlar sessiz, cihazlar yetersizdi. Ama oraya gelen insanlar, hayatlarında belki ilk kez gözlerini açabilme ümidiyle sıralara dizilmişlerdi. Katarakt hastası yüz kişi, bağışçılarımızın desteğiyle görme şansına kavuşacaktı.
Ve ameliyatlar başladı. Doktorlar, sağlık çalışanları, bizler… Herkes gönlünü koymuştu bu işe. Bir göze inen perde kaldırılacak ve karanlığın yerini ışık alacaktı. Ancak Çad’da ışık, kelime anlamıyla bile garanti değil. Tam 40’ıncı hastaya gelinmişti ki, bir anda elektrikler kesildi. Ameliyathane karardı, cihazlar sustu…
Çünkü burası Çad. Elektrik burada lüks değil, nadir bir misafir. Ve bazen en ihtiyaç duyduğunuz anda sizi terk edebilir. Ameliyata ara verildi. Bir süre umutla beklenildi ama ışık gelmeyince karar verildi: cihazlar, ameliyat malzemeleri ve hekimler, ilkel şartlarda jeneratörü bulunan başka bir hastaneye taşındı.
Bu sahne, sadece teknik bir aksaklık değildi; bu sahne, bütün bir halkın içinde bulunduğu imkânsızlığın özetiydi. Ne steril odalar vardı ne güvenli sistemler.
O gün ameliyat olan yaşlı bir amca, bandajlı gözleriyle sadece “Artık torunlarımı görebileceğim” dedi. İşte o an, gözlerden değil, kalplerden perde kalktı. O an, bir elektrik kablosundan değil, merhamet hattından akan nur bütün hastane odasını aydınlattı.
Çad’da belki aydınlatma sistemleri yoktu ama ümmetin kalbi, o gün orada karanlık bir odayı ışığa çevirdi. Biz oradaydık ve bir kez daha gördük ki: Gözler kadar kalplerin de açılmaya ihtiyacı vardı.
Üçüncü Gün: Durbali’ye Zorlu Bir Yolculuk, Umut Kuyuları ve Süt Keçisi
Üçüncü gün, haritada sadece 100 kilometre uzaklıkta olan ama gerçek hayatta bir sabır ve mücadele yolculuğu olan Durbali şehrine yol aldık. Kağıt üzerinde “bir saatlik mesafe” gibi görünen bu güzergâhı tam üç saatte kat edebildik. Çünkü Çad’da yol demek, bizim bildiğimiz yollar gibi değil. Burada yol; çamur, su birikintisi, çukur anlamına geliyordu.
Yol boyunca motorlar ve araçlar zıplayarak ilerleyebildi. Ama biliyorduk ki varacağımız yerde bizi bekleyenler vardı. Yetimler, analar, susuz çocuklar…
Durbali’de ilk durağımız, Fetih Vakfı’nın Es-Selam Yetimhanesi oldu. Erkek öğrencilerin kaldığı bu yerde, yetim sponsorluklarının emaneti olan yardımları çocuklarımıza ulaştırdık. Ufak hediyeler verdik; ama asıl hediye onların gözlerinde parlayan ışıktı. Çocuklarla oturduk, sohbet ettik. Ellerinde “luh”larla ezberledikleri Kur’an’ı bizlere okudular. O ince tahtalar üzerinde yazılı ayetler, toprağın ortasında yankılanan ilahi sesler gibi kalbimize işledi.
Sonra Durbali’nin kırsalında yer alan iki köye doğru yola koyulduk. Köyler… Kelimelerin yetmediği yerler. Bu insanlar öyle bir yalnızlığa mahkûm edilmişti ki, bizim gelişimizle göz göze geldiklerinde gözlerinde “gerçek misiniz?” sorusu vardı. İlk defa bir yardım eli onlara uzanmış gibiydi. İşte bu iki köyde, ümmetin selamını iki büyük armağanla ulaştırdık:
Bambulardan yapılmış köy evlerinde yaşam oldukça zor. Ortak mutfakta sadece bir iki tencere var ve yemekler hâlâ ateş yakılarak pişiriliyor. Bu şartlar altında günü kurtarabilmek bile büyük bir kazanç sayılıyor. Ama yine de umut eksik olmamalı. İşte tam da bu yüzden, bir nebze olsun nefes aldıracak bir destekle yola çıktık ve her aileye dörder adet süt keçisi hediye ettik.
Burada keçi sadece bir hayvan değil; aynı zamanda bir geçim kaynağı, bir hayat sigortası. Sütüyle çocuklar besleniyor, fazlasıyla da gelir elde ediliyor. Bir ailenin dört keçiye sahip olması, yalnızca karınların değil, umutların da doyduğu bir hayat anlamına geliyor.
Süt keçilerimizin dağıtımınız ardından aynı köylerde iki adet su kuyusu açtık. Bu, sadece su değil; hayattı. Çünkü burada insanlar her gün 5-6 kilometre yürüyerek su taşıyordu. Ellerinde tenekeler, omuzlarında çocuklarıyla birlikte… Sadece bir tas su için böylesi bir mücadele. O gün kuyular açıldığında, çocuklar o suyun altına girip yıkanırken, “kana kana” içmek ne demekmiş, bize öğrettiler. O su, gözyaşlarına karıştı; bir halkın duası aktı o kuyudan.
Kadınların sevinçten titreyen elleri, çocukların çığlık çığlığa attığı sevinç naraları… Bunlar, her zorlu kilometreye değdiğini gösteren işaretlerdi.
O gün Durbali’de sadece yol aşılmadı, aynı zamanda bir unutulmuşluğun üstü açıldı. Su bulundu, süt bulundu, kardeşlik yeniden bulundu.
Dördüncü Gün: Sünnet Bayramı ve Son Kurbanlar
Son günümüzde yine Çad’ın başkenti Encemine’deydik. Bu sefer kalplerimizde bir başka heyecan, gözlerimizde bir başka ışık vardı. Çünkü o gün, yüzlerce çocuğun ömür boyu hatırlayacağı bir şenliğe, 100 çocuğun sünnet törenine tanıklık ettik.
Bağışçılarımızdan gelen desteklerle organize edilen bu tören, sadece bir tıbbi operasyon değil; aynı zamanda bir aidiyet, bir sevinç ve bir ümmet bağıydı. Sünnet olan her çocuğun gözlerinde hem korku hem sevinç bir aradaydı.
Aynı gün içerisinde, son defa kurban kesimleri de gerçekleştirildi. Başkentin farklı noktalarında birkaç yerde kurbanlar kesildi ve yine en muhtaç ailelere dağıtıldı. Bu, yardımın bir kapanışı değil, bir duanın yükselişiydi. Her dağıtılan et poşeti, her uzatılan el, geride bırakmadığımızı gösteren bir işaretti.
Çad’ın topraklarında son kez güneş batarken, geride ne bıraktığımızı düşündük: Suyu içilen kuyular, sütü sağılacak keçiler, açılmış gözler, tebessüm eden yetimler, sünnetle büyüyen çocuklar… Ve belki de en önemlisi: Unutulmadıklarını hisseden kalpler.
Mazlum Coğrafyalarda Unutulmadıklarını Hatırlatmak
Dört gün. Yüzlerce kilometre yol. Bozuk yollarda geçirilen saatler, susuzlukla imtihan olan köyler, elektrik kesintileriyle yarım kalan ameliyatlar… Ama tüm bunların ötesinde; gözyaşlarıyla içilen su, dua ile alınan kurban eti, sünnet sonrası utangaçça gülümseyen çocuklar, artık görebilecek olan yaşlılar kaldı aklımızda ve kalbimizde.
Bu topraklar, sadece yoksulluğun değil, onur sınavının da verildiği yerler. Kadınların ortalama ömürlerinin 55 yıl olduğu Çad’da, nüfusun devamı için çok eşlilik yaygın. Anneler, çoğu zaman çaresizlikle çocuklarını medreselere gönderiyor. Hem ilim öğrensin hemde “belki karınları orada doyar” ümidiyle…
Ve biz sahada bir başka manzarayla karşılaştık: boynuna tas asılmış çocuklar. Evet, gerçekten de bazı çocuklar, boyunlarına iple bağlanmış küçük kaplarla dolaşıyorlardı. Çünkü biri acır da içine bir lokma yemek koyar umuduyla… Bu görüntü, bizim yüreğimizi dağladı. Çünkü bu sadece açlık değil, onurun da sınandığı bir yoksulluktu.
Ama işin en dokunaklı tarafı şuydu: Bunca yokluğa rağmen, karşımızda sürekli tebessüm eden, yumuşak huylu, sakin, asla çatışmaya meyletmeyen, misafirini başının tacı bilen bir halk vardı. Gönlümüzü ferahlatan, bizi huzurla sarıp sarmalayan şey, sadece yardıma muhtaçlıkları değil, bütün bu imkânsızlıklara rağmen korudukları incelik ve zarafetti. Ne bir tartışma, ne bir öfke; sadece teşekkür, dua ve selam vardı. Bu da bizi en az yardımlar kadar derinden etkiledi.
Fetih İnsani Yardım Vakfı olarak bu unutulmuş topraklarda yalnızca yardım ulaştırmadık; bir ümmetin selamını, kalbinin atışını, duasını taşıdık. Kurbanlar kestik, yetimlere dokunduk, gözleri açtık, su kuyuları açtık, geçim kapıları kurduk. Çünkü biz biliyoruz, yardım bir elden verilir ama bin kalbe ulaşır.
Bu çalışmayı Recep Esemen başkanlığında gerçekleştirdik. Kendisi Çad bölgesi sorumlusu. Bölgeye hâkimiyetiyle bize yol gösterdi, sahada bizi yalnız bırakmadı. Heyetimizde Kadın Kolları Başkanı olarak ben, yine Kadın Kolları’ndan Nesibe Bulat ve Ankara temsilcimiz Furkan Yavuz yer aldık.
Bu faaliyetler, Fetih Vakfı’nın Çad’daki 3 katlı güçlü ofisi üzerinden koordine edildi. Bu yapı, sadece bir bina değil; Afrika’nın ortasında dik duran bir karargâh, ümmetin vicdanının nöbet noktasıdır.
Bugün artık bölgede iki yeni umut projesi için daha destek bekliyoruz. İlki, yaklaşık 20.000 dolarlık maliyetle inşa edilmesi planlanan 100 metrekarelik bir cami projesi. Ama bu sadece bir ibadethane olmayacak: Bu cami, aynı zamanda bir okul, bir eğitim alanı, bir toplantı mekânı, bir hayat merkezi olacak. Diğeri ise yaklaşık 30.000 dolarlık bir tarım arazisi ve sulama sistemi projesi. Nijer, Nijerya ve Kamerun ülkeleriyle paylaşılan Çad Gölü, Afrikanın ikinci büyük su havzası; ama bu havza kuruma eğilimi gösterdiği için su kaynağını açığa çıkaracak yeterli ekipman yok. Biz gördük. Çad’ın toprağı bereketli ama susuz; halkı çalışkan ama imkânsız. Bu proje hayata geçtiğinde, kendi gıdasını üretebilen, kendi emeğiyle doyabilen bir halkın temelleri atılmaya başlanacak inşallah. Bu iki kıymetli proje için de bağışçılarımızdan dualarını ve desteklerini bekliyoruz.
Çad’da “teşekkür ederiz” cümlesi çoğu zaman bir gözyaşıdır. Bir çocuğun hediyesini aldıktan sonra sessizce sarılmasıdır. Bir annenin “Allah razı olsun” demeden sadece ellerini semaya kaldırmasıdır. Ve biz o ellerin arasında bir ümmetin duasını bulduk.
Bu topraklarda hâlâ çok eksik var. Ama bir kişiyle bile umut yeşerebiliyor. Gelin, birlikte daha fazlasını yapalım. Çünkü biz oraya gidince sadece yardım değil, bir ümmetin var olma iradesini de götürüyoruz.
Kaynak: Sömürge zincirlerinden onur yolculuğuna: Çad - ZEHRA TÜRKMEN